Yeni vergiler ve hangi çarşambadan sonra perşembe gelmedi ki?


Hani kendisi “keskin bir muhalif”, hani o “bu işlerden çok anlayan biri” ya…
Bağırıyor:
“Nedir bu vergi zulmü?”
“Yazık değil mi millete!”
"Hukuka bile aykırı!"
Aman ne güzel…
Bu işlerle pek yakınlığı olmayan, bu vergi sağanağının nereden çıktığını bilemeyen sade yurttaş da havaya girmiş “Vur… vur, hesap sor bunlara…” diye sıkmış yomruğunu bir tür vokal yapıyor.
Biraz acıklı bir durum ama söylemek zorundayım:

1.Bak kardeşim, her çarşambadan sonra perşembe günü gelir tamam mı…
Şimdi sen kalkmış “Nereden çıktı bu perşembe?” diyorsan, olayın biraz dışında kaldığını kabul et.
Haydi sen günlük meşgalelerin arasında bunun farkına varamadın diyelim ama; ya bu işleri bildiğini düşündüğün adamlar da bu gün çıkıp “nerden çıktı bu vergiler?” diyorsa bu işin içinde çok ucuz bir siyaset olduğunu, bu vesileyle senin de gazının alındığını kabul et.

2.Şimdi “hayırdır, sen de mi bu zalimlerden yanasın” falan da diyebilirsin.
De, korkma… bunu daha baştan kabul ettik yazarken zaten.
De tabii ama bu dediğinde ne kadar isabet ettiğini anlamak için lütfen bu yazıyı da sonuna kadar oku.

3.Belki “ne kadar basit bir şey anlatıyorsun” da diyeceksin ama maalesef durum böyle gerektiriyor:
Bir kere “devlet” denen kurumun adına hareket eden iktidarlar “icraat” dedikleri, gerekli ya da gereksiz şeyleri yaparken belli bir “para harcarlar”.
Bu para da bir yerden çıkmaz zorundadır.
İşte bu para harcanırken sen “iyi yaptı-kötü yaptı” falan derken aslında o harcanan para işin özünde senin bugünkü kendi parandır ve unutma, bu işlerdeki paranın kimi zaman ne kadarının nereye gittiğini bilmesen de, düşündüğün işlere “gitmese” de “çıkacağı” yer senin cebindir. Bunun için ya senden toplanmış para harcanır, ya toplanacak para…
Aynı şey: öyle ya da böyle senin paran.

4.Şimdi daha da güncelden konuşursak: Eğer bir iktidar bütçesi zaten açık iken, olabilecek olandan daha da fazla harcama yapıyorsa şurası çok belli ki, artık senin cebinden hem bütçenin eski açığı hem o yeni icraatın bedeli çıkacaktır bir biçimde.

5.”Peki ille de vergi biçiminde mi?” diye sorabilirsin.
Onu da söyleyelim:
İşler yolunda giderken her ülkede hem devlet harcamaları vardır hem de vergiler diye ifade edeceğimiz devlet gelirleri.
Çok farklı bir durum olmadıkça bu üç aşağı-beş yukarı belli bir dengeyle sürer gider. Kamu giderleri siyasetçinin cebinden değil, ödediğin vergilerle karşılanır.
Ama o işlerde birden bire bir hesapsızlık, “icraat”ta yani harcamada bir "furya" başlarsa; Hani perşembenin gelişi çarşambadan bellidir dedik ya, işte o icraat hesapsızlığının gelişinin ardından yine aynı ölçülerde "sana" vergilerin geleceği bellidir.
Bunda şaşılacak bir durum var mı?
Yok…

6.İktidarlar genelde bunu yapar ama, bazen tutar “özelleştirme” der, “yabancı yatırımcı geldi” der, “yeni krediler bulduk” der ve ya ülkenin fabrika, liman vs gibi geçmiş birikimlerini paraya çevirir ya da ülke geleceğini borçlandırarak o aşırı harcamalarını bir ölçüde gizler. Bunu sıradan yurttaş hissetmeyebilir ama ben bu işten anlarım diyenlerin bu ayrıntıya dikkat etmesi gerekir. Dikkat etmiyorlarsa ya bu işten pek anlamıyorlar ya da o günlerde pek “topa girmek istemiyorlar” demektir.

7. Şimdi gelelim sadede:
Türkiye, ekonomisinin kaldırabileceği ölçünün üzerindeki “icraat” dolayısıyla elinde para edecek önemli kamusal değerleri satarak başladığı aşırı harcamaya, daha sonra hızla borçlanarak devam etmiş ve bu gün itibariyle hem elinde satacak bir şeyi kalmamış, hem gelecek nesiller hesabına da olsa borçlanacak hali kalmamıştır.
Bilinen bir şeydir: Herkesin borçlanabileceği bir sınır vardır. Krediniz varsa faizini verir borçlanırsınız. Ancak o krediniz de biterse, artık “öyle böyle” faiz ödemeniz bile yetmez, para sahiplerinin siyasi taleplerine de evet demek durumunda kalırsınız.

8.Faiz+taviz de bir yere kadardır. Burada da sınıra gelmişseniz ve “benden bu kadar” deyip bir kenara çekilmeyecekseniz, geldiğiniz son nokta, “ne kadar para lazımsa o kadar vergi” salmaktan başka bir şey değildir.
Kime o vergi?
Tabii ki artık vergide ölçü, “kimden alınabiliyorsa ondan” a dönmüştür.
O sırada vergide adalet, ekonomide denge falan gibi sözler de uçuşacaktır havada… ama onlar bu günlerin “ihtiyaçları” içinde fazla önem taşımaz.
Size "acilen" ”para” lazımdır” ve siz “para” kimdeyse ondan alacaksınızdır.
Yoksuldan alamazsınız. yoktur
Ücretliden alamazsınız. Yetmemektedir
Kazanç üzerinden alamazsınız. Ekonomi bitmişse kazanç da bitmiştir.
Servetten alamazsınız. Adam o gün villanın bir odasını, arabasının bir tekerleğini satıp ödeyemez.
Kimden alabilirsiniz biliyor musunuz? O sırada bir şeylere yine de “para harcayabilenlerden” ve başta KDV, ÖTV yolu ile, üstelik hemen ertesi gün...
Şimdi yapılan budur,
Toplanacak olanların yetmeyeceği anlaşıldığına göre yarın yapılacak olan da bu.
Ve tabii işi “en beğendiğiniz kişi” üstlense onun yapacağı da.

9.”Vergiciliğin çarşambası” böyle bir şey.
Peki şimdi böyle bir perşembede bu işi bildiğini söyleyen ve muhtemelen sizin de öyle sandığınız kişiler, onlara imkan veren medya “Nereden çıktı bu insafsız zamlar” diye şeytan görmüş gibi feryad ediyorsa, onlar acaba işin çarşambasında yapılanları o gün de aynı şiddetle reddettiğini, karşı çıktığını söyleyebilir mi?
Maalesef…
Bu gün "içine düşülen durumda" yapılacak olan en doğru şey “ödeme gücüne göre” vergi salmaksa, bu saatten sonra kim gelirse gelsin bunu yapmak zorundaysa bu iş böyledir.
Hani derler ya “Çarşamba günü yediğin hurmalar, Perşembe günü … tırmalar” diye.

10.Peki o zaman kime ne diyelim?
Deneceklerin çoğu “Çarşamba”da kalmıştır.
O gün bunu demeyenlerin şimdi vergiden şikayetleri, iş işten geçtikten sonra o işi ters ucundan tutmalarıdır. İlle de günah çıkartmaları gerekiyorsa yapacak oldukları, bu vergi ve zamları hangi yanlışların, israfın, ihmalin “doğurduğunu” anlatmaktır.
Medyanın da “ulema”nın da vergiden şikayeti bırakıp “bu vergilerin nedeni”ni, hangi yanlışların, hangi aymazlıkların sonucu olduğunu gündeme getirmesi gerekir.

En azından “Çarşamba”da şimdiki kadar ses çıkarmadıklarını telafi için…
Hani fıkradaki karadenizli idama götürülürken son sözü sorulduğunda “Ha bu da bana ders olsun” demiş ya…
Pek yararı olmaz ama, yine de “ders olsun” niyetiyle söylesinler