|
Doğruyu alkışlarken
acıyı da söylemekse dostluk denen şey
Evelallah...
Herkesin söylediği gibi biz de halkın dostu, çalışanın yanında, doğruyu
yapanın arkasındayız. Hani "abdestimizden kuşkumuz yok" denir ya, aynen
öyle.
Memleketin halini, insanların özlemlerini, depremzedenin, EYT’linin
yaşadığı mağduriyeti de biliyorduk, yatağa aç gireni de.
Mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğini de…
İyi de, “Bak işte ben de zaten bu amaçla bir şeyler yapıyorum”
dendiğinde “madem öyle, biz de her şartta aynen senin dediğine
katılıyoruz deyip ele güne karşı sadece alkışlamak” mı doğrudur; yoksa
ilk bakışta “karşı tavırmış” gibi görülen ama üzerinde biraz düşünülünce
doğruluğu ortaya çıkacak “başka düşünceleri” söyleyerek “kendine daha da
doğru geleni” söylemek mi?
*
Siyasette popülizm yani “halka şirin görünmek” her zaman yapılır tabii.
Ama işin özündeki “Halk dostluğu” çoğu zaman, halka da onu yönetenlere
de “bütün yalınlığıyla doğruyu” söylemeyi gerektirir.
Sanırım bizdeki “Dost acı söyler” lafının arkasında da bu vardır ve
tabii ki “dost” dostluğunu sadece alkışlayarak değil, “söylenmesi
gereken doğruyu da söyleyerek” göstermelidir.
Sözgelişi, biber acıysa acıdır.
Şimdi gelelim mesajlara…
Türkiye’nin hali malum; hangi birini sayacaksınız ki…
Ama konumuz açısından öncelikle şunların altını çizelim:
Ekonomi batıktır. Bütçe ve dış ticaret dengesi şirazesinden çıkmış
vaziyettedir. Sermaye kaçmış, üretim hak getire, istihdam düşük,
yoksulluk diz boyu, depremin getirdiği yük altından kolayca
kalkılamayacak boyutlardadır falan...
Ama biz şimdi çok fazla iç karartmamak için bunu burada keselim.
Düzelir mi bu işler?
Düzelir tabii…
Düzelmeyecek iş yoktur.
Ama bir şartla; bir şeyi düzeltirim derken başka şeyleri bozmadan,
aklı-bilgiyi siyasetin yanına alaraktan, doğrularla yanlışları bir arada
yapmadan ve ne kadar hızlı düzeltilebilirse o kadar hızla düzelterekten.
Koşuyor olmak her zaman mesafe almaktır ama hedefiniz giden bir trene
yetişebilmekse sizin o trenden daha hızlı koşmanız gerekir.
Dolayısıyla "iyi" her zaman "iyi" değildir. "en iyi" aranmalıdır.
*
1.Denecek ki “Her işin başı para, Devlete para lazım".
Doğrudur ama; eğer bu parayı vergilendirmeyle almak için üretici
sermayeyi, üretim maliyetine giren işçiliği bir kenara ayırıp kollamadan
“dümdüz” "sıradan" ve "sadece para toplamak için" yeni ya da ek vergiler
koyarsanız, sonuçta memleketin toparlanmasında asıl unsur olacak
“üretimi” kendi elinizle baltalamış, beklediğiniz kalkınmanın hızını
kesmiş olursunuz.
Üretmeden kalkınmazsınız.
Devletin ihtiyacı olan “para”nın sağlanmasında hele bu koşullarda
yapılması gereken; her türlü "üretim maliyetini yükselten" işçilik-ücret
ödemeleri üzerindeki vergileri arttırmamak, hatta “hangi düzeyde
olduğuna bakmaksızın” ve “olabildiğince” düşürmektir.
“Hangi düzeyde olursa olsun” diyoruz, çünkü yüksek ücrete yüksek
vergilendirme, basit üretimi teşvik edip teknolojik üretime, “ar-ge”ye
maliyet yüklemek demektir. Bu yapıldığında “orta gelir tuzağı”ndan
kurtulamazsınız.
2.Üretimde cazibenin giderek azaldığı böylesi bir dönemde üretenin
yatırım hevesini kıracak, onu üretme hevesinden uzaklaştıracak hiç bir
eylem ve hiçbir söylemde bulunulmamalı, istihdama katkısı hesaba
katılarak yerli-yabancı sermayeye imkan sağlanmalı, önlerine fiziki
hedefler konarak gereken kolaylıklar gösterilmelidir.
3.Türkiyenin gelir dağılımı fevkalade bozuktur. Bunun reddedilemeyecek
sonucudur ki, memleketin bir kısmı yoksulluktan kırılırken öbür kısmı
elindeki gelir ve servet imkânları ile işin tadını çıkarmaktadır.
Eğer bu ülke “milletçe” bir fedakarlık yapacaksa, bu fedakarlığın alt
ayrımında “ödeme gücü olanlar” hedef alınarak gereken yük onlara
bindirilmeli, buradan sağlanacak kaynakla “en alttakiler”den başlanarak
ihtiyaç sahipleri desteklenmelidir.
4.Böyle durumlarda halkçı niyetli de olsa klasik reçete “servet
vergileri”dir.
Ancak klasik servet vergiciliğinde “mevduata, gayrımenkule el atmak”
niyet açıklamak anlamında bile yanlış olur. Bir kere nakit sermayeyi
sistemin dışına kaçırırsınız. Kaçmış olan zaten dönmez. Gayrımenkulden
ise tahsilatınız zordur, zaman alıcıdır ve bu günün yarasına merhem
olmaz.
Bu konuda çözüm; âtıl yani üretken olmayan sermayeyi "iktisabı
sırasında" yani el değiştirmelerinde vergilendirmektir. Böylece atıl
servete gidecek para bu vergi dolayısıyla ya yön değiştirip yatırım ve
üretime gider ya da yine de servete gitmek istese bile üzerinden ciddi
bir vergi alırsınız.
5.Sevetten umulan bulunamayacağı, ücretler ve üretimden sağlanan
ticari-sınai kazançların vergilendirmesi üretim ve istihdamı
baltalayacağı için vergilendirilecek en rahat ve haklı alan yaşamsal
ihtiyaçlar dışındaki tüketim harcamaları üzerinden alınacak vergilerdir.
Yani böylece tüketme kabiliyeti, ödeme kabiliyeti olan kesimi
vergilendirmiş olursunuz. "El mahkum"; Otomobil’in ve yakıtının, pahalı
telefonun bazı lüks tüketimin vergileri arttırılmalıdır. Vergiyi
buralardan almazsanız yoksula kaynak bulamazsınız. “Hayır, biz borç
buluruz ama lüksü de sürdürürüz” demek, sorunu derinleştirerek
ertelemektir. Çözüm değildir.
6.Türkiye bir kayıtdışı cennetidir. Ekonomik koşulların baskısı bu
kayıtdışılığı daha da arttirmakta, artan kayıt dışılık mali denetimi de
ekonominin planlanabilirliğini de kurumlaşmasını da engellemektedir.
Böyle bir durumda EYT diye adlandırılan ve şimdi bir bicimde “çözdük”
denen sıkıntı aslında bir başka büyük sıkıntıyı yaratmıştır: “İstihdam
ve üretimde gerileme ve kayıtdışılığın daha da artacak olması”
Yeni emeklilik, artık bordroda kalmanın yararını görmeyenlerin kayıt
dışına kaymasını, bu kayma ise onlara yapılacak ödemelerin "beş-on
misliyle" kayıt dışı işlemlerle sağlanmasını zorlayacaktır. Bunun tam
mekanizmasını, neden böyle olacağını merak edene ayrıca açıklayabiliriz.
7.EYT olayı, bir zamanların Türkiye’sinin yanlış siyasi ve
ekonomi-politik tercihleriyle 40’lı yaşlarda emeklilik hakkı verilmesine
bağlı olarak sosyal güvenlik hesaplarının şaşması ve de bu durumun
dayanılamaz hale gelmesi sonucunda doğmuştur.
Sonra?
Şimdi çok kişiye ters gelecektir ama; halkçı yaklaşımından asla endişe
etmediğimiz Bülent Ecevit Hükümeti, ülkenin düştüğü bu durumdan
çıkabilme amacıyla IMF’in, Dünya Bankası’nın da önerisine uymak zorunda
kalarak 1999 Tarihinde, emeklilik yaşını erteleyen 4447 Sayılı kanunu
hazırlamışlardır. Yani o olay bir mağduriyet değil, süregelen bir
politik yanlıştan sert bir biçimde geri dönüştür.
8.EYT, bir haksızlık doğmuş
mudur?
Bir bakıma tabii ki evet. Bizim gibi bir ekonomide kimsenin genç
yaşlarda kenara çekilip sırtını devlete dayamaması gerekirken ve doğrusu
bu iken, o güne kadar çok genç yaşta emekli olma şansı yakalayanlar ile
artık daha geç emekli olacaklar arasındaki “denge” bozulmuş, bir kısım
çalışan “mağdur” sayılmıştır.
Peki ya şimdi?
Yine siyasetin cilvesiyle bu “özel mağduriyet” beş maddelik bir yasayla
sözde giderilmiş, ama bu gidermenin ekonomiye ve dolayısıyla ekonomiye
ve geniş halk kitlelerine getireceği “genel mağduriyet” üzerinde
yeterince durulmamış, gereken hazırlık yapılmamıştır.
Bu hazırlıklar yine de yapılabilir mi? Bu seçimler öncesinde ve hemen
sonrasında zor tabii…
9. Yazıyı daha fazla
uzatmamak ve ilgilenenlere sunabilmek için şimdilik öneri ve
eleştirilerimizin http://www.soylan.com/butunmakaleler.htm adresindeki
yazılarımızda kolayca bulunabileceğini işaret edelim.
|
|