|
Siyaset denen şey
aslında ekonomidir
Bilirsiniz, “siyaset” bir tanımına göre “insanları idare etme
sanatı”dır.
Peki, bir taraftan da “Ama o insanlar “homo ekonomikus”, yani “kendi
ekonomik çıkarına göre hareket eden varlıklardır” deniyorsa;
O zaman bu tanımlar bizi “siyaset aslında ekonomidir, insanların
ekonomilerini yönetirsen siyasetini de yönetirsin” sonucuna ulaştırmıyor
mu?
Nitekim deneyimli siyasetçi Süleyman Demirel de, ekonomi-siyaset
ilişkisini kastedip, bu olayı tersinden alarak ama bunu doğrular
nitelikte “"Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur." dememiş midir?
Evet, iktidarlar belki tencerenin daha da dolacağı umuduyla birlikte
mutlaka başka beklentilerle de gelirler ama onun sürdürülmesi ya da
kaybedilmemesi, en azından ocaklardaki “tencere”nin kaynamaya devam
etmesiyle mümkündür.
Ekonomide kaybeden siyasette de kaybeder.
Başka türlü olamaz mı hiç?
Olur, elbette olur ama ömürlü olmaz.
Olur ama, insanların rızasına dayanmaz.
Sonrasında da aynen kovboy filmlerinden bildiğimiz şu rodeo
oyunlarındaki gibi halk o işine gelmeyen iktidarı bir anda sırtından
atar.
İşte sırttan atılan siyasetçi için en büyük kazanç da olsa olsa, o
sırtından düşülen atın bir de yerde tekmelemesine maruz kalmamaktır.
Peki, neden siyasette asıl olan ekonomidir?
Kültür, inanç falan da belirleyici değil mi insanları yönetmek için?
Şüphesiz; kültürün ileri, inancın kuvvetli olması ya da gösterilen
“zor”un derecesi de etkisi olur ama bütün bunlar bir yere kadar
götürecektir işi.
"Açlık" dayanılacak bir şey değildir; en fazla üç gün sonra ölmektir.
O bir yerden sonra yanmayan ocak, kaynamayan tencere, hatta kaynasa bile
doymayan karınlar bir an gelecek; açlığı hissedecek ve kendisini
yönetmekte olan siyasete karşı tavır alacaktır.
Ne kadar sürer bu iş?
Tabii ki “diğer” koşulların etkisine bağlı olarak şu ya da bu kadar bir
süre sonra, ama “mutlaka”.
Dolayısıyla sağlıklı ve kalıcı siyasetin olmazsa olmazı, yani diğer
etkenler ne kadar yardımcı olursa olsun, siyasetin mutlaka çözmesi
gereken konu, öncelikle insanların karnını doyurmak, daha da geniş
anlamda söyleyecek olursak “onların ekonomik beklentilerini
karşılamaktır”.
Ölçü böyle konunca, ortaya pek çok sonuç çıkıyor tabii…
Örneğin, halkın ekonomik gereksinimlerini karşılayamayan iktidarlar
giderek taraftar kaybediyor.
Halkın açlığı siyasetteki “diğer unsurlarla” ne kadar bastırılmaya
çalışılsa da bu gidişatın yönünü değiştirmek mümkün olmuyor. Çünkü
insanların o “homo ekonomikus” yani kendi ekonomik kazancına meyilli
doğasını değiştirmek mümkün değil.
O zaman siyasetçinin giderek zorlaşan iktidarını tekrar rahatlatmak için
de olsa; onun yerine gelmeyi düşünen başkalarının da olsa, eğer
“vur-kaç” bir iktidar şansı peşinde olunmuyorsa, ortaya sağlam bir
ekonomik model koyup sağlam bir strateji ile hareket edilmesi gerekiyor.
Nedir o sağlam strateji?
Ekmeğin ucuzlatılacağı, şekere zam yapılmayacağı, kredi kartı
borçlarının erteleneceği, benzinin vergisinin düşürüleceği ya da her eve
ayda şu kadar et gireceği gibi tek tek, birbirleri arasında bir ilişki
kurulması zor vaadler midir?
Yoksa bir ülke halkına “başta gıda olmak üzere herkesin öncelikle
yaşamsal ihtiyaçlarını” karşılayacak, o çok aşağılarda dolaşan refahını
yükseltecek genel bir model mi?
Tabii ki birbirinden kopuk vaadler değil “ekonomik model” denen şey.
Çünkü ihtiyaçların hemen her gün çeşitlendiği bir ekonomide ortaya genel
ve tutarlı bir ekonomik program konmadıkça, ne ortaya çıkacak yeni yeni
ihtiyaçların arkası kesilir, ne de “söz verdik” diye birini yaparken
diğerini ihmal etmemek mümkün.
Çünkü şu insanın ekonomik ihtiyaçları denen çarklar topluluğu öyle büyük
ve öyle ayrıntılı ama birbiriyle ilişkili bir sistem ki, o sistemde ben
şimdi dişlinin bir tanesini döndüreyim sonra öbürlerine sıra gelsin
demek pek mümkün değil.
*
Lafı fazla uzatmayalım:
Özellikle bizim gibi –hele bu gün için- insanların başta karınlarının
doyması olmak üzere ekonomik gereksinmeleri yerine getirilemiyorsa,
geçim endişeleri almış yürümüşse bu durumun çok da uzun sürmesi mümkün
görünmemektedir.
Ancak bu durum, yani geniş kitlelerin giderek bozulan, güçsüzleşip adeta
hayatta kalabilme mücadelesine dönüşen ekonomik koşulları, siyaset
kurumunu bir yandan hızla keskin bir viraja yaklaştırırken bir yandan da
o virajın alınmasıyla kendilerine umut bağlanacak siyasete, mutlaka kısa
zamanda başlayıp uzun zamanlara kadar aynı çizgiyi sürdürecek bir
ekonomik model belirleme ve onu şaşmaz bir disiplinle uygulama görevi
yüklemektedir.
Aksi halde, o noktadan sonra da karşılanmayan beklentiler dalga dalga
yeni git-geller yaratacak, o git-gellerle kaybedilen zaman ve boşa
harcanan kaynaklar, çözümün daha da zorlaşmasına yol açacaktır.
Peki, var mı böyle bir model?
Tutarlı bir modelin siyasetin yüksek tansiyonu ve koşulların hızla
değişmesi karşısında öyle alelacele kurulacak birkaç komisyon, birkaç
masa ile yaratılabilmesi yararlı ama çok iyimser bir beklenti olacaktır.
İktisat tarihine bakanlar, bu duruma düşmüş ekonomilerin yeniden üreten
ve dolayısıyla halkını doyuran modellere dönüşebilmesi üzerinde ne çok
çalışma yapıldığını, “bulundu” denilenlerin bile çoğu zaman yeni
tartışmalar yarattığını bileceklerdir.
Dolayısıyla, siyasetin bu saatten sonra yeni yeni “denemeler” yaparak
bir yere varmayı düşünmek yerine en azından kendi iç tutarlılığı
konusunda genel kabul gören, bünyeye uygun bazı programları
adıyla-sanıyla belirleyip benimseyerek kabul etmesi ve bu kabul edilen
programın gerektirdiği kadrolaşmayı derhal kararlaştırması, bütün
bunların yanı sıra dünya sahnesine bu program, bu model ve bu kadro ile
çıkarak herkese güven vermesi gerekmektedir.
Çünkü "ekonomik model", üzerinde her zaman yeni bir tartışma ile
ilerlemeye gerek bırakmayan bir bütün olmak zorundadır.
Bu model nedir? Bize ne kadar uygundur? Nasıl bir kadro ile
uygulanabilir?
İşte bütün bunların cevapları şimdiden hazırlanmalı, protokolü
imzalanmalı ve bu programın uygulayıcılığını üstlenecek kadrolar
şimdiden saha kenarında ısınma hareketlerine başlatılmalıdır.
Yapılmazsa, o son düzlükte işler aceleye gelir. Yeni tartışmalar zaman
kaybettirir.
Yapılmazsa kitlelerde umutsuzluk ve endişe yükselir, beklentileri bozar.
Yapılmazsa, hazırlıksızlık günlük denge arayışları ve günlük kararlar
yanlışlara yol açar.
Karınları doyuracak başka başka arayışlar boy gösterir.
Başarılamazsa, tam da bu “yüzüncü yılda” ülkeye “yazık” olur.
Bu günlerde imkan bulan her gencin, her meslek sahibinin geleceğini
ülkesinde değil de dışarıda araması, bırakalım bizimkileri güneyden
gelip sığınanların bu ülkede kalmak yerine bile kısa bir moladan sonra
kendilerini denize atmacasına üstelik çok farklı bir inanç ve kültür
ortamı olmasına rağmen yine de batıya geçmeye çalışmaları bütün
değerlerini geride bıraktıran bir umutsuzluğun işareti değil mi?
Hele de biz bütün bu gelişmelere ve işaretlere rağmen yine de
hazırlıksız yakalanıyor gibiysek.
Ama birileri –Ki o, Lozan’daki İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’dur.
Örneğin- bundan tam yüz yıl öncesinden planını yapmış ve hatta yüzümüze
karşı “Harap bir memleket alıyorsunuz, bunu imar etmeyecek misiniz,
neyle yapacaksınız; para bir bende var bir de bunda (Amerikan delegesini
işaret ederek) Geleceksiniz, para isteyeceksiniz, diz çökeceksiniz”
demişken.
Yani karşımızda birileri tam yüz yıllık bir planla hareket ettiğini,
öyle sanıldığı gibi gizlice falan da değil, açık açık, birilerinin
önünde ve yüzümüze karşı söylemişken…
|
|