|
Türkiye karnını ne zaman kendi ekmeğiyle doyurabilecek?
“Ekmek”
Çok anlam yüklüdür bu sözcük bizde.
“Ekmeğini kazanıyor”, “Ekmeğini eline aldı”, "Bu işte çok ekmek var"
deriz mesela…
Bu sözlerdeki "ekmek" sadece “Katıksız" yani "kuru ekmek” anlamında
söylenmez bilirsiniz.
Orada sözü edilen ekmek daha geniş bir kavramdır;
"Geçim” demektir.
Yani insanın kendi kazancıyla kendini geçindirebilme gücü.
Bırakın hepsini bir tarafa; en dar anlamıyla bile düşünülse Türkiye bu
son zamanlarda karnını kendi ekmeğiyle doyuramıyor farkında mısınız?
"Nasıl yani?" diyeceksiniz.
Bir kere, içeride yetişen buğdayımız yediğimiz ekmeği üretmeye yetiyor
mu?
Yetmiyor.
İster gidip dış ticaret istatistiklerindeki buğday ithalatı rakamlarına
bakın, isterseniz şu Rus-Ukrayna savaşı dolayısıyla “Peki biz savaş
şartlarında buğdayı bunlardan alamazsak kimden alırız?” paniklemelerinin
kol gezmesinden pay biçin, hatta daha da gözler önündekini söyleyelim:
Döviz yükseldikçe unun ve un yükseldikçe ekmek fiyatlarının yükselip
yurttaşları sokak sokak kuyruklarda gezdirmesinden belli değil mi
ortadaki yetersizlik?
Bu yazı yazılırken çuvalı 375’e çıkmış olan un fiyatını, siz okurken
“Nerede satılıyormuş bu ucuz unlar?” diye karşılayacaksınız belki de.
Çünkü una ödenecek dövizin kuru yükselince içerideki fiyatı da
yükseliyor her an.
Durum bu.
Hepsi de “Yetmediği için”
"Ya gün gelip dışarıdan alamazsak, parasını bulamazsak ne yaparız?"
Telaşını yaşıyoruz.
İşin bir başka yönü, el-alemin kendini doyurduktan sonra bizi de
beslediği şu buğdaya ödediğimiz paranın kaynağı meselesi…
“Döviz” denince akla hemen borçlanma geliyor ama, hadi bunun birazını da
kendi paramızla alıyoruz diyelim.
Peki o paralar nereden kazanılıyor?
Çok ilginç…
Bu tarım memleketinde, bu bereketli topraklarda kendi tarımımızı
seferber edip karnımızı doyuracak buğdayı üretemiyoruz da, o yüksek
fiyatlı hammadde girdileriyle, yabancı yatırımcılar eliyle düşe kalka
yürümeye çalışan sanayimizle yapılan dışsatımdan sağlanan dövizlerle.
Yani tarımdaki noksanımızı sanayi ürünü satarak tamamlamaya çalışıyoruz.
Sonra politikacı anlatıyor: “Sanayileşeceğiz, orta gelir tuzağından
kurtulacağız… falan, filan”
İyi de kendi kaynağını ortaya çıkarmadan nasıl olacak bu iş?
"Elin taşıyla elin kuşunu" vurdururlar mı bu sana bu acımasız düzende?
Zamanında sanayi devrimini ıskalamışsın,
Yakın zamanlara kadar ekonomin tarım ekonomisi olarak kalmış.
Ve sen dışarıdan para beklemek yerine o öz kaynağın olan tarımı
güçlendirip önce karnını doyurmak; sonra tarımdan artan katma değerle
sanayine sermaye sağlamak varken bunu da yapamamışsan nasıl olacak bu
iş?
İşçinin karnını ithal buğdayla doyurup dış ticarette aleme nasıl meydan
okuyacaksın ki?
Sen buna "Al sana çözüm" diyorsan, söylediğin o çözümün "Con Ahmet'in
devri daim makinesi"nden ne farkı olabilir?
Şimdi batı ölçüleriyle karşılaştırıldığında ancak “atölye irisi” diye
tanımlanacak sözde sanayinin sağladığı paralarla -bırak başkalarına
yetişebilmeyi- yarın da ekmek bulamama endişesinden kurtulabilir misin?
“Ama bak koca koca fabrikalar…”
Geç kardeşim, geç bunları.
O sana göre koca koca fabrikalar var ya, onlar ancak gidip duvarının
dibinden baktığında senin boyuna göre öyle.
Yurttaşının en azından on milyonu işsiz, kendisini "ben çalışıyorum"
diye avutanın ancak bulabildiği bir işte boğaz tokluğuna çalıştığı,
çalışan adama sadece sefalet ücreti verilebilen bir ekonomide sen durumu
toparlayacak bir “sanayi” olduğunu mu söylüyorsun?
Bu ülkede herkesin bildiği gibi en kötü koşullarda çalıştırılan
"Suriyeliler de giderse bu ekonomi batar" diyen siyasetçileri hala
nerenle dinliyorsun? Bu acı gerçeği neden anlayamıyorsun ki?
*
Bu gün artık bıçak kemiğe dayandığı için Türkiye’nin nasıl
“toparlayacağı” konusunda oldukça yaygınlaşmış telaşlı bir arayış
vardır.
Bu arayışların çok büyük kısmında, sarılacakları çözümün ya şuradan ya
buradan borçlanılacak paralar olduğu düşünülüp söylenir de, -tut ki öyle
paralar da geldi ve onları da yedik- Ya sonra?
“Hazıra dağ dayanmaz” dememiş mi atalar?
Bugün ödeyemediğimiz paraların yarın eklenen borcu ve faiziyle
katlanarak üzerimize gelmesiyle nasıl ödenebileceğini bir sorsana o
sözde “çözüm” peşinde koşanlara.
Eğer bugünden bir düzeni eyleme geçiremezsen, düzenini kuramazsan
borçlanmayla ancak bir seçim atlatabileceğini söylesene bunu anlatıp
gezen o siyasete…
Sen daha bu günden, yiyeceğin ekmeği üretecek düzeneği harekete
geçirememişsen, yarın yine yetmeyen paranla "önce açlığı bastırayım"
diye buğday peşinde dolaşacaksan nasıl dönecek bu iş?
Sakın “Sanayiden artanla” demeyesin,
İşçisini besleyemeyen sanayiden ne hayır beklenebilir ki?
Bak tarlalar boş
Gübre yok
Tohum hak getire
Köylün bir ümitle kentin varoşlarına inmiş, elleri cebinde dolaşıyor.
"Olur olur... o da olur" diyeceksin belki ama, en azından bu yıl da boşa
geçti ya…
Bahçedeki saksıya maydanoz ekmiyorsun ki üç ay sonra toplayasın.
Ha desen gelecek kıştan önce ekemez, öteki yazdan önce hasat edemezsin.
O da hemen şimdi davranırsan.
Var mı bir hazırlığın şöyle köylünün yüzünü tarıma döndürecek, ona ne
lazımsa emrine verecek; sonra da “Otur üret efendi” diye onu üretime
yönlendirecek?
Bak bırak ötekileri; bir taraftan da kayıtlarda görünmeyen 5-8 milyon
göçmeni hesaba katmadan, memleketin giderek yükselen şu resmi nüfusu
artışına (*) karşın:
2016 nüfusu: 79,8 milyon
2017 nüfusu: 80,8 milyon
2018 nüfusu: 82,0 milyon
2019 nüfusu: 83,2 milyon
2020 nüfusu: 83,6 milyon
2021 nüfusu: 84,7 milyon
Buğday üretimi (**) son beş yılda düşerken:
2015-2016 dönemi: 22,6 milyon ton
2016-2017 dönemi: 20,6 milyon ton
2017-2018 dönemi: 21,5 milyon ton
2018-2019 dönemi: 20,0 milyon ton
2019-2020 dönemi: 19,0 milyon ton
Hadi düşünelim bakalım aradaki bu makası nasıl kapatacağız? Türkiye
karnını kendi ekmeğiyle nasıl ve ne zaman doyuracak ?
-------------------
(*) Kaynak: TÜİK (4 Şubat 2022, bülten)
(**) Kaynak: TÜİK (25.12.2021)"
.
|
|