|
"Sen Zot ban zot,
peki ata kim vere ot?"
“Kaytarmanın zamanı değil”
anlamında bir söz olmalı.
Özellikle de bu günler gibi oldukça zor zamanlarda dile getirildiğinde…
Peki, Nelerden ve hangi işten kaytarmak acaba?
“Yapılması gerekli olandan kaçmak” tabii…
Çünkü yapılsa da yapılmasa da değişen bir şey olmayacaksa, her şey
bildiği gibi gidecekse kim kime “Yapmadın, bak bu işten kaytardın”
diyebilir ki?
Yukarıdaki sözü bugünün koşullarında duyup söylediğimizde galiba anlam
daha da berraklaşıyor.
Orada sözün “Ata kim vere ot” bölümünde kastedilen şeyin ne olduğu
düşünüldüğünde, bunun at üzerinden söylenmiş ama ayan beyan “Karnının
doyurulması gerekenler” yani şu günlerdeki çoğu insanımız olduğu açıkça
anlaşılıyor.
Peki ya bu “Zot” denen şey ne
ola ki?
Araştırırken enteresan bir sözcükte karşılaştım.
Bizim Balkan nüfuslu coğrafyamız dolayısıyla Arnavutça’dan gelip
yayılmış olabilir.
Bu olasılığı göz önüne alınca bende daha da derinleşti sözcüğün anlamı:
“Zot” sözcüğü “Tanrı”, “İlah anlamına geliyormuş Arnavutçada.
Bu karşılık “tanrı” olarak da gösteriliyor ama “İlah” demek bana “bütün
güçlerin sahibi” anlamında biraz daha kapsamlı, taşıdığı anlam açısından
bu sözcüğün biraz daha doğru bir karşılığı gibi geliyor: bir yerde şöyle
bir söz de var çünkü:
“Më mirë të vdisja në baltë me këta njerëz, sesa të jetoj përgjithmonë
si Zot”.
Arnavutça söylenmiş bu sözün Türkçesi şöyle:
“İlah olarak sonsuza dek yaşamaktansa o insanlarla çamur içinde ölürüm”
Ne kadar güzel değil mi? “Özellikle çaresizlik batağında olan insanlarla
aynı safta olmak için bütün güçleri elinde tutmaktan vaz geçebilmenin
doğurduğu bir başka büyüklüğü, daha büyük bir alçak gönüllülüğü,
özvericiliği ve insancıllığı anlatıyor.
Bunu söyleyen kim ya da kimler ise ne büyük bir anlam katmış bu
sözcüklere…
*
Ne yazık ki kimi insanların şu “ego”ları yani “bencillik”leri var ya.
Hele de ellerine bir büyük güç geçtiğindeki tavırları o hemcinslerinin
içine itildikleri bataklıkta biraz daha debelenmelerine yol açmıyor mu?
Oysa birinin ilahlaşması, aslında yine de onun bu vasfını görüp
beğenecek, onu her zaman ummadığı yüksekliklere taşıyacak olan
insanların eliyle ve onların gönlünde olacak değil mi?
Siz” taa antik dönemlerden, o ilah bolluklarının yaşandığı
mitolojilerden bu yana, sadece “bencillikle” ve sadece belirli bir
çevrenin ilahlaştırdığı bir kimliğe, o kendisinin de özlediği sonsuza
kadar yaşamayı sağlayabileceğini olası görebiliyor musunuz?
Böyle bir ilahlık -olsa olsa- geniş kitlelerin korkuyla, dar
çevresindekilerin kendi değer yargılarıyla ortaya çıkabilecek bir şey.
Dolayısıyla ya korku bitince ya o çevre dağılınca, olması istenen
“sonsuzluk”tan geriye de, yine olsa olsa bir “lanet” kalacaktır.
*
Bir dünya görüşü, bir yaşam felsefesi olarak çok tuttum bunu.
Baştan da söyledim ya; hele de bu günlerin Türkiye’sini yaşarken…
Peki, “Zot”u anladık ya; haydi şu “Sen zot, ben zot” sözlerinin üzerine
de gidelim biraz.
Ne yazık ki bugün için ülkede oldukça “zot” lar ve onlarla aynı ülkenin
yurttaşları olan “zıt”ları bir arada.
Yani, kendi dışa vurumlarıyla da gözümüze sokulan varsıllıkları
neredeyse kendi hazımlarını zorlamaya kadar varanlar ile bunun tam
tersi, yoksulluklarını insan yaşamına yakıştırılamayacak kadar kötü
durumda yaşamak zorunda olanlar.
Acaba bu “zot”luk ve “zıtlık” konusunun giderilebilmesi için sadece işin
felsefesindeki tutarsızlığı söylemek ve bir gün onların da bunu
anladığını görme dileğiyle ile mi yetineceğiz yoksa demokrasi dediğimiz
bu çoğunluk yönetiminde çözümü zamana ve kendiliğindenciliğe bırakmak
dışında da bir şeyler yapmak gerekiyor mu?
Tabii ki gerekiyor bize göre:
Belki dostlar “konuyu yine vergiye, ekonomiye getirip bağladın” da
diyecekler ama; sonuçta bu ilahilik özlemlerinin arkasında hep ekonomik
güce kavuşmak, daha çok servet, daha lüks tüketim isteği varsa, bu işin
en azından dengelenmesi için yine bu araçların kullanılması gerekiyor.
-Ülkemizde gelir dağılımı çarpık, hani “devenin neresi doğru ki” derler
ya, şimdi “suyundan” şifa bekleyenler ne der bilemem; ama işin gerçeği
bu devenin de adeta çarpık olmayan yanı kalmamış.
-İçerisini bilemeyiz ama o “zot”ların sadece dışarıya taşırdıkları ile
milyonlarca “zıt”tın yaşam koşulları karşılaştırıldığında, -bırakalım bu
işin hukukunu bir kenara- her şeye rağmen dengelenmesini gerektiriyor.
-Bunun bilinen ve kabul görecek olan yolu, bu dengesizliğin en fazla bir
beş yıl gibi katlanılabileceğinin de ayırdına varılarak gereken
“düzeltmenin” yapılmasıdır.
-Hele iş o noktaya gelsin, düzeltmenin yöntemi çoktur: Öncelikle
dengesiz kazançları önlersiniz, en alttakilere acil desteğinizi
yaparsınız, belirli bir ölçüden sonra “üretici olmayan” servet edinmeyi,
özentiye kaçan ve bugünün Türkiye’sinin ölçülerini aşan lüks tüketimi
vergilendirirsiniz ve kuşkusuz daha nice ince ayrıntı…
Ne dersiniz?
“Vah vah” etmekle, böyle gelmiş böyle gider demekle bizler bile bu
toplumsal sorumluluktan kurtulabilir, çözümü bu çaresizler bulsun
umursamazlığıyla bir yere varabilir miyiz?
Kendimize karşı dürüst olduğumuzu düşünüyorsak herkes geçsin bir aynanın
karşısına ve hiç tanımadığı, adeta dertleştiği biriymiş gibi sorsun o
aynadaki kişiye:
Çaresiz misiniz? Yoksa
Çare siz misiniz diye.
İşte o zaman şu başlıktaki söz daha da güzel bir anlama kavuşur:
“Sen zot, ben zot” derken…
Düşünsenize sadece birinin değil, bir yakın çevrenin değil, öyle
korkutarak, çıkar paylaşarak da değil; üreterek, bölüşerek, insanı
severek, sen-ben, o yani hemen herkesin bir ölçüde zotlaştığını.
O haritalarına imrenerek bakılan ve buraları adeta birer “zotlar ülkesi”
dediğimiz ülkelerden biri olduğumuzu…
Çekilen bunca sıkıntı neden sağlıklı bir gelişimin doğum sancılarına
dönüşmesin?
Buna hangi Zot “Hayır sadece ve her zaman ben” diyerek direnebilir ki?
.
|
|