|
En iyisi, en az kötü
olanı seçmek ise
Devlet yönetiminde ana parasal kaynağın vergi gelirleri olduğunu
düşünenlerdeniz.
Kitaplar da öyle yazar.
“Borçlanma, istisnai ve ölçülü kullanılabilecek bir durum olmalıdır
aslında”
Hani “borç yiyen kesesinden yer” de denir ama, ne yazık ki öyle değil.
Devlet idaresinde yani bu gün iktidarda olanlar yarın öbür gün
değişeceği için, borç yiyenler gerçek hayatta genellikle “kendilerinden
sonra gelecek olanların kesesinden yerler”.
Çünkü hemen hiçbir iktidar, önündeki borçları ötelenebildiği kadar
öteleme varken öyle azaltmaya, kapatmaya falan kalkmaz.
Hatta “sürdürülebilirlik” gibi bir de kavram geliştirilmiştir dikkat
ettinizse; çoğu zaman o borçları ödemek, azaltmak bir yana; bir şeyler
yapıp ancak faizini ödeyip kalanını erteleyenler öyle başarılı sayılır
ki “bak, iyi götürüyor; işi sürdürebiliyor” falan da denir.
Dolayısıyla başta bizim gibi ülkelerde borçlanmalar genellikle
sürdürülür(!) gider.
Ama işin kötüsü, nüfuslar artar, ihtiyaçlar yükselir ve bu arada “sözüm
bizden dışarı” diyelim; o borçlar birike birike aynen bir kartopunun
yuvarlanmasında olduğu gibi o kadar artar ki, gün gelir “sürdürülemez”
olur.
İşte bu tür siyasetle yönetilen ülkelerde zurnanın zart dediği nokta tam
da burasıdır.
Nereden biliyoruz?
Osmanlı’dan tabii…
Başta fetihlerle büyüyen, ekonomisi tarıma dayanan Osmanlı da, batıda
gelişen sanayi devrimini yakalayamayınca giderek borçla yaşar hale
gelmiş, o borçlar da büyüye büyüye bir gün II. Abdülhamid’e 1881’de
yayınladığı Muharrem Kararnamesi ile “buraya kadar” dedirtmiştir.
1854’te Kırım Savaşı sırasında İngiltere’den alınan 200.000 sterlin ile
başlayan dış borçlanma “Hazıra dağlar dayanmaz” deriz ya; çok kısa bir
sürede Düyun-u Umumiye İdaresine teslimiyetle kapanmıştır. Kapanmıştır
derken, sadece o borçlanma faslı kapanmıştır, yoksa devrin borçları
ancak cumhuriyet sayesinde ve yakın zamanlarda temizlenebilmiştir.
Demek ki, yeterli sanayileşme de olmadığı için, “tarlalar
sürdürülemeyince” borçlanma bile sürdürülememektedir.
“Peki, ne olmuş öyle olmuşsa” diyeceksiniz…
Hadi önce şu fıkrayı anlatalım, sonra gerisine devam edelim.
Nasrettin Hoca için de söylerler ama daha çok Musevi yurttaşlarımıza
yakıştırılır:
Moiz, bir nedenle komşusu Salomon’a kolay kolay ödenemeyecek kadar yüklü
bir biçimde borçlanmış.
Hesaba göre ertesi gün borcun ödenmesi lazım. Boşa koyuyor dolmuyor,
doluya koyuyor almıyor. Zavallı Moiz o gece gözüne uyku girmeden
yatağında dönüp dururken, konuyu bilmeyen hanımı soruyor:
-Niye dönüp duruyorsun be Moiz?
-Yarın Salomona borcumu ödemem lazım ama hiç param yok. Nereden
bulacağımı düşünürken de gözüme uyku girmiyor, dönüp duruyorum haliyle.
“Ha öyle mi?” diyor karısı, “Senin borcun şu bizim karşıdaki Salomon’a
değil mi?”
Moiz, “Evet, şu bizim karşıdaki Salomon” der demez gecenin o saatinde
açıyor pencereyi kadın, sessizliği yırtan bir sesle başlıyor bağırmaya
alacaklı Salomon’ların evine doğru:
“Eyy Salomoooonn…, Salomooonn… Hani Moizin sana yarın ödemesi gereken
borcu var yaaaa…
Bak şimdiden söyleyeyim, ödeyemeyecek…”
Sonra çeviriyor kafasını Moize;
“Hadi yat uyu be kuzum” diyor, “bundan sonra onun uykusu kaçsın sabaha
kadar düşüne düşüne”
*
Şimdi bu bir fıkra ama, sonuçta şunu da anlatıyor:
Borçlar şüphesiz ödenmek için alınır. Alınır ama, gün gelir sürdürülemez
hale gelip ödenemeyeceği anlaşılırsa asıl uykusu kaçacak olan onun
borçlusu değil, alacaklı olanlardır.
Bu tür olaylara günümüzde de rastlanmıyor mu?
Merak edenler bulabilirlerse eski gazetelere, olmazsa internete girip şu
banka batıklarına, halktan olmadık projelerle para toplayanlara ilişkin
haberlere bir göz atsınlar. Atsınlar bakalım, bir zamanlar hangi
bankalar, kimler kimlere hangi paraları kaptırmış da sonra o
kaptırdıkları paraları kısmen de olsa kurtarabilmek için ne formüller
yaratmış, ne “yapılandırmalara” gitmişler. Ve bu nedenlerle kimlerin
uykuları daha çok kaçmış, kimlere ne “ödeme kolaylıkları” yapılmış bu
durumda.
*
Tabii bu işler ticarette ve özel yaşamda böyle de, bu borçlanma işinin
bir tarafında devlet olunca olayın şekli biraz değişiyor.
Tüccar, sanayici, işadamı borçlanıp da ödeyemeyince iki olasılık var:
Birincisi, ortada mal, makine, fabrika vs gibi geriye kalan bir şey
yoksa borçlu iflas ediyor, alacaklı üzerine bir tas soğuk su içiyor.
İkincisi, ortada para edecek iyi kötü bir yatırım, bir işletme varsa
borçlunun hisseleri alacaklıya geçiyor yani “sermaye el değiştiriyor”.
Bunun ülke çapındaki gelişimi de, bizdeki belli başlı işletmelerin
yabancılara geçmesi ve hatta “ekonomideki büyük aktörlerin
yabancılaşmasıyla ekonomimizin yabancılaşmaya yüz tutması üzerinden
izlenebilir.
İşin en ilginç tarafı, bu ödenemeyen borçların bir devlete ait olması
halinde karşılaşılacak durum:
Ekonomistler “devletler borçtan batmaz” derler.
Devletler, borçlarını çeviremedikleri yani faizlerini bile
ödeyemedikleri zaman en fazla “Moratoryum” ilan ederler. Yani “Yok
kardeşim” derler, “Ö-de-ye-mi-yo-rum!”
Şimdi yukarıdaki fıkranın da esintisiyle cevabı aranacak biraz tatsız
ama 10 puanlık bir soru:
Borcunu çeviremeyecek ölçülerde darda kalan bir devlet acaba hala bu işi
sürdürme ya da ne kadar sürdürebilirsem o kadar kardır deyip; hem
fıkradaki Moiz gibi sürekli bunalımlar yaşayıp hem giderek yükselen
faizlerle daha büyük maliyetler mi üstlensin? Yoksa o Moizin hanımının
yaptığını yapıp iktisatçıların tanımıyla “Moratoryum” mu ilan etsin?
Siyaseten ağır bir durum tabii. Aman ağızlardan yel alsın. Ama geleceği
kurtarabilmek ve bir an önce gereğini yapmaya başlamak için acaba
hangisi daha doğru, hangisi daha az maliyetli olur?
Şimdi belki hemen “Bir devlet bunu derse kötü olur, hiç yapmamalı”
denebilir şüphesiz.
Ama durum zaten “kötü” ve bu durum bilmesi gerekenlerce zaten çok iyi
bilindiği için pek bir şey değişmiyorsa, hala giderek yükselen
maliyetlere katlanarak bu yükü umutsuzca daha da arttırmak, işin
gereğini yapmayı üç beş gün için bile olsa ötelemek daha mı doğrudur?
Bu sorunu biraz da alacaklılara düşündürtmek, giderek yükselen faizlerle
daha da borçlanmayı denemek yerine aynen ticarette olduğu gibi ve bir
yerden sonra bu sorun artık alacaklıların da sorunu olduğu için, biraz
da onları fedakarlığa zorlayarak “ yeniden yapılandırmak” bu saatten
sonra bulunacak en az maliyetli çözüm olabilir mi?
Üstelik geçmişte bunu Osmanlı da yapmış, Rusya, Meksika, Peru, Brezilya,
Arjantin ve Pakistan da…
Ve muhtemelen bunu yaptıklarında ödenen bedeller, yapmadan sürdürdükleri
sırada ödedikleri ve yapmasalardı bile ödeyecek oldukları yüksek
bedellerden daha düşük olmuştur.
Böyle bir kararın siyasi maliyeti çok yüksektir denecektir…
Çok yüksektir şüphesiz ama hayatın pratiği içinde ve böylesi durumlarda
ekonomik olarak en az maliyetli olanı bulup en kısa zamanda yapmak ve
bir an önce geleceğe daha hesaplı adımlarla yürümeyi seçmek de aslında
bizdeki “Zararın neresinden dönülürse o kadar kardır” sözündeki gibi bir
kazanç değil midir?
Bu yükler/borçlar öyle de olsa, böyle de olsa aynı fedakarlıklar altında
ödenecekse ne değişir? Geciktirmenin yararı olur mu? Bunlar zaten bir
biçimde ödenmekte ise, öyle değil de böyle yapmanın daha büyük bir
zararı olur mu?
.
|
|