|
"Yap İşlet Devret"ten "Kap İşlet Terket"e
Bilmem farkında mısınız?
Şimdi “Neo-liberalizm”in ürünü diye anılan ve son zamanlarda oldukça
yaygınlaşan şu “Yap İşlet” modeli aslında bizde çok daha eskilere
dayanıyor.
Merak edenler Sultan Abdülaziz döneminde bu modelle yapılan
Karaköy-Beyoğlu arasındaki Galata tüneline baksın mesela…
Gerçi o sırada Osmanlı hazinesinde ne garanti verecek hal, ne sen
kazanamazsan biz kazandırırız diye verilmiş bir devlet garantisi var ama
model aynı:
Padişah Fransız mühendise her ne hikmetse tam 42 seneliğine al “Yap,
işlet” demiş vermiş imtiyazı, sonra bu süre 75 yıl daha uzatılmış falan…
Gelelim bu döneme ve baştan söyleyelim:
Eğer “Cesurca” bir tanımlama yapmak gerekiyorsa, en azından bizdeki
uygulamasıyla yap-işlet devret denen model, birilerine “Gel bu kârlı işe
gir, müşteri garantisi de benden” dercesine verilmiş bir tür “ticari
imtiyaz”dır.
Bu iddia tartışılabilir tabii... Yap işlet denen iş, sırasında çok doğru
bir finansman modeli de olamaz mı?
Sayılabilir kuşkusuz. Ama bu daha çok; savaş, doğal afetler, para yokken
ortaya çıkan çok büyük yatırım ihtiyacı gibi iki arada bir derede iken
doğan ihtiyaçları kısa sürede giderebilmeye yönelik ve çok istisnai
durumlar için düşünülebilir.
Çünkü malum; devlet işi öyle iyice düşünmeden, eldeki paranın hesabı
yapılmadan olmaz.
Şimdi hep birlikte düşünelim bakalım:
Birisine Yap, işlet yetkisini veren kimdir mesela?
-Devlet
Hangi işleri veriyor?
-Aslında kendisinin yapması gereken işleri. Yol, köprü falan gibi …
Peki niye kendi yapmıyor da başkasına veriyor?
-Parası ya da kredi alacağı zaman karşı tarafa yeterli güvence
veremediği için olmalı…
İyi de kardeşim:
-Bu devlet dediğimiz kurum kural olarak parlamentosundan onay almış bir
“bütçe” ile idare ediliyorsa, nasıl oluyor da hem “Bu yıl şu vergileri
toplayıp şu işleri yapacağım, onaylıyor musunuz?” deyip soruyor,
onaylanınca kanun çıkarıyor, ama sonra da “Şimdi yapacağım işin bu bütçe
ile bir ilgisi yok, sonradan uygun gördüm, param olmasa bile yine de bir
şekilde yaptırıyorum” diyor?
-Bütün devlet sistemlerinde ve neredeyse modern zamanlarda “Bütçe” denen
şey, bir iktidarın milletten alacakları ile millete vereceklerinin iyi
kötü dengeli bir programı, bir taahhütnamesi, parlamento üzerinden
milletle yaptığı bir mutabakatın en önemli metni değil mi?
O zaman nasıl oluyor da ortada bu bütçe varken yani millet devlete kaç
para ödeyip karşılığında ne yapılacağını parlamentosu eliyle
kararlaştırmışken bir anda ortaya bütçede hiç sözü geçmeyen, üstelik
“devletin buna parası yetmez” bile denebilen devasa yatırım fikirleri ve
kararları getirilebiliyor gündeme?
“Siyaset bu, olur böyle şeyler, bütçe bir yana bu işler bir yana” falan
deniyorsa, yani bütçe adeta usulen kabul edilmiş bir niyet belgesi
durumuna gelmişse, o üzerinde kavga-gürültü günlerce tartışılan
bütçelerin iktidarların böylesi sürpriz kararları kadar da önemi
olmadığı kabul ediliyorsa, peki neden sırasında bir bütçe
reddedildiğinde koca koca hükümetler küüütt diye düşüyordu bu
parlamenter sistemlerde?
O zaman denebilir ki; bu yap işlet devret işi bizim siyaset
anlayışımızda adeta gerektiğinde bütçenin arkasından dolanma uygulaması
olarak kabul görüyor ve kullanılıyor.
"Yok hiç olur mu öyle şey” denecekse peki niye bunu bütçeye koyup
parlamentoya sunmuyor da, bakıyorsunuz bu iş milletin temsilcilerinin
aklına yatmayacak; koymuyorsunuz. Dönüp kendi hükümetinizde ve emir
komuta zinciri içinde “uygun” görüp veriyorsunuz kararını,
borçlandırıyorsunuz milleti ve “mis gibi” de yürütülüp götürülüyor bu
iş?
*
Türkiye, ne yazık ki aslında devletin yapması gereken pek çok işi bu
yolla özel sektöre devretmiş ve bu gün ortaya büyük ekonomik ve sosyal
sıkıntıların çıkmasına neden olmuştur.
Devletin yapması gereken örneğin 100 iş varsa, ama bunların 70 tanesi bu
modelle ticarileşince, bu durumda her şeyden önce devlet işleri “ticari
işler” haline geliyor ve bu arada ekonomik hayatın içindeki devlet
neredeyse yüzde 70 ufaltılmıyor mu?
Yine böylece insanlar devletten beklediği hizmeti cebindeki parası
ölçüsünde “tüccar”dan almak zorunda kalıyor, vatandaş iken “müşteri”
sayılıyor, hatta “ne iştir bu işler” diye sorgulandığında, o işler
“ticari iş” olup en kutsalından mahremiyet zırhına sokulmuyor mu?
Bir de şu var:
Haydi bu modeli “bak onlarda da var zaten” deyip ekonomisi gelişmiş,
halkı zenginleşmiş, hukuku işlek ülkelerde uygulamak çok büyük sıkıntı
olmayabilir, piyasa siteminde kural; “gücü gücü yetene”, mal ve hizmet
de parası yetenedir diyebilirsiniz, tamam.
Ama bizim gibi henüz o gelişmiş ülkelerde görülen refah ölçülerine
ulaşamamış, eğitimden ekonomiye, hukuktan sağlığa pek çok temel
ihtiyaçta vatandaşın bunlara parasıyla ulaşma şansı zayıfsa, örneğin
kendisinden fazladan alınan abonelik bedelini bile kolayca geri
alamıyorsa, adalet aramak pahalı ve astarı yüzünden pahalı ve geniş
kitlelerin boyunu çok aşmış bir uğraş haline gelmiş ise ve nihayet, o
insanlar aç kalmamak için bile devletten “babalık” bekleme durumundaysa
bu işlerin ticarileştirilmesi, “ver parayı al hizmeti” modeli doğru bir
uygulama olabilir mi?
Hadi diyelim ki “olacak o kadar” dediniz; o ülkede yurttaşınızın 10
milyonu işsiz yani tümden parasız, 40 milyon kadarı resmen yoksulsa
böyle bir yapıda nüfusun yarısından fazlasını bu “paralı hizmetler” ile,
işi gereği “bastırın parayı, alın hizmeti” diyen bir yatırımcının kazanç
arzusu ile karşı karşıya getirmek ne kadar doğru ve sürdürülebilecek bir
yönetim biçimi olabilir ki?
*
Gelelim modelin “bastır parayı al hizmeti” tavrının devlet geleneğine
aykırılığından da öte, daha da büyük açmazlarına:
Mevzuatına ve resmi söylemlere bakarsanız bu iş devletin elindeki
paralarla yaptıramayacağı kadar “masraflı” işlerdir.
Nitekim ilgili yasasında yazılı gerekçelerden biri de budur.
Peki, bir koca devletin elinde olmayan para, bir koca devletin alamadığı
kredi nasıl olur da her zaman o ülkede en azından üç-beş babayiğit
“yatırımcı” tarafından daha kolay bulunur ve işin gereği kaç milyar
dolarsa o kadarı bulunup “bastırılır”.
Çok da anlaşılabilir değil tabii…
Aslında, baştan devlet için söylediğimiz gibi o para o “yatırımcılarda”
da yoktur.
Peki nasıl olur bu iş? Devletin bulup da yapamadığı ama onların
yapabildiği bu işlerdeki hünerleri nereden kaynaklanmaktadır?
Galiba şöyle:
Uygulamada, bir biçimde imtiyazın belgesini alan doğruca halkın para
babaları dediği küresel finansörlere gider ve “Bakın kazanç burada”
diyerek onların da bu kazançlı işin içine girmelerini ister.
“Kazanç” gün gibi ortada ise, bundan sonra olacaklar da bellidir artık:
-İşin akışı, parasız yatırımcının pazarlık gücünü önemli ölçüde
zorladığı için yabancı finansörler o parayı kendisine biraz daha pahalı
vereceklerdir.
Hani Lozan görüşmelerinde imtiyazları reddetmekte direnen İsmet Paşa’ya
İngiliz Lord Curzon demiş ya:
“Konferansta bir neticeye
varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun
etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna
bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu
kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz.
Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya
ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız?
Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde
(O arada Amerika Murahhası Mr. Chaild’i gösteriyor) Unutmayın, ne
reddederseniz hepsi cebimdedir”.
İşte o hesap bir pazarlık.
-Para, dışarıdan geleceği ve doğal olarak da döviz cinsinden verileceği
için anapara ve faiz taksitleri yine o yabancı para cinsinden
belirlenmek zorundadır.
Bu nedenle de, örneğin yapılan köprüden geçme ücretinin de, “müşteri”si
yerli para olarak ödese de, dövize endeksli olması, kur değiştikçe
yeniden “ayarlanması” gerekecektir.
-Büyük paralar, -hele bizim gibi ülkelere- verilirken büyük garantiler
istenir.
Karşınızdaki o yabancı eğer bir de sizin hukuk sisteminize güvenmiyorsa;
ileride doğacak ihtilafların yerli yargıda değil, kendi ülkesinde ya da
güvendiği bir ülkede ve hatta “hakem”ler eliyle çözülmesini
isteyecektir. Bu durumda işin çaresi yoktur, o sözleşmeleri gördüğü ve
onayladığı için, bu işin hukuku da devletin de rızasıyla dışarıya
taşınacaktır.
-Şu kural unutulmamalıdır: Mahkemeler ancak hak verir, alacaklıya
alacağını vermez.
Dolayısıyla yargının dışarıya taşınması da alacaklar için tam bir
garanti oluşturamayacağı için yatırımcı bu işte bir de “hazine” yani
devletin garantisini ister. Yani, “Bizim yatırımcı ödemezse onun yerine
ben öderim” demesini bekler.
Böylece, ücretlerin döviz üzerinden fiyatlandırılması, yabancı
mahkemelerin yetkisi derken bir başka olmazsa olmaz olan “hazine
garantisi” de girer işin içine. Böylece devletin “ben alamam” deyip
kendisi için almadığı krediyi bu sefer de kendisi kefil olarak yani o
ödemezse benden alın diyerek kullandırmış, aslında bir açıdan da kendi
kredisini, üstelik bu dolaylı yolla daha da pahalıya yatırımcıya tahsis
etmiş sayılmaz mı?
Hani çok bilinen bir fıkra vardır:
Birileri karşılıklı bir şeyler yapar ama işin yine aynı sonuca vardığını
görünce “Peki o zaman devlet olarak biz bu işi niye yaptık ki?” derler
ya.
Hesap o hesap.
Bana vermezler ama bana güvenerek sana kredi verirler gibisinden…
*
Yukarıdaki başlıkta “Kap İşlet Terket” demiştik ya…
E buraya kadar bu işin bir imtiyaz kapma işi olduğunu anlattık dilimiz
döndüğü kadar.
Nasıl işletildiğini de anlattık.
Gelelim şimdi başlığın “Terket” kısmına…
Ne hikmetse bu “yap işletçiler” bu işi yapar ederler de bir süre sonra
memlekette bu hizmetlerinden şikayetler başlar, itirazlar yükselir.
Belli ki modelde tartışma yaratan bazı sıkıntılar boy atmaya
başlamıştır.
Bütün bunlar bir hizmet erbabını daraltır, şevkini kırar elbette…
Duyarsınız sonra, ne alakası varsa aralarından birileri ufaktan
şirketlerini yabancılara devretmeye, işlerini hafiften dışarıya taşımaya
ve kendi tanımlarıyla “dünyaya açılmaya” başlarlar.
Böylece taa dışarılara da taştı ya işlerin büyüklüğü…
İşte sırf oralardaki işe gidip gelmesi yürüyüş mesafesinde olsun,
trafiğe takılmasınlar, ulaşımları kolaylaşsın diye oralardan evler falan
alırlar…
Peki o zaman da ufak ufak buraları terk mi ederler?
Yok canım, öyle bir şey demiyorum ve demek de istemiyorum; “Maksat
kafiye olsun” diye öylesine söyledim onu yazının başlığını koyarken.
|
|