|
Uçun kuşlar uçun
Kuşlar uçar.
İnsanlar uçar mı? Uçar uçar.
Sermaye uçar mı? O da uçar.
Niye ki?
Buradaki uçma öyle Hazerfan Ahmet Çelebi’nin yaptığı gibi kaz kanadı
takıp Galata Kulesi’nden Üsküdar’a doğru süzülmek değil tabii.
Bir yerden kalkıp bir başka yere göç anlamında. Yani bir uzun yolculuk,
belki de giderken dönüşü bile düşünülmeyen.
Hani “Tek yön bilet” denir ya, aynen ona benzer bir niyetle
havalanaraktan.
Neden?
Tabii ki hemen herkesin vereceği yanıt “daha iyi bir yere varıp oraya
konmak için”
Bu tarafı işin anlaşılabilir ve olumlu görünen tarafı. Ama bunun bir de
olumsuz tarafı var:
Peki o uçanlar hep iyiye doğru uçarlar da, ya geride bıraktıkları, ya
terk ettikleri için ne diyelim?
“Benden bu kadar” “gerisini siz düşünün” ya da “daha fazla dayanamazdım”
sözlerini mi duyarız kendilerine sorsak?
*
Türkiye son yıllarda adeta toptan uçuyor.
Ama bu uçmak öyle siyasetçilerin abartmak için kullandıkları “uçmak”
değil.
“Uçup uçup gidiyor”.
Aslında “kaçıyor” demek daha doğru olacak.
Uzun uzun uçabilen ve bu yolculuğu göze alabilenler uçuyor uçmasına da,
hani uçmayı yeni öğrenen yavru kuşlar vardır ya, işte onlar gibi kolu
kanadı zayıf, yüreği uçmakla uçmamak arasında gidip gelenler de, ya o
gayret ve cesareti gösteremediğinden dolayı gidenlerin ardından mahzun
mahzun bakıyor ya da işte ben de uçuyorum diye atınca kendini yuvadan
aşağıya;
Şaaak…
Kendini yerde buluyor.
Ondan sonrası malum, hele bir de aşağıda kediler dolaşıyorsa.
Bu, aslında kuşlara bakarken insana memleketin halini düşündüren
enteresan bir tablo.
Sahi, bizim şu kanatsız kuşlarımız olan işsizlerden başlayıp işinden
memnun olmayana, iş derdi olmayıp memleketin bir soğuk bir sıcak
havasından bunalana ve bir de şu ürkek sermayeye bakınca da aynı şeyler
gelmiyor mu insanın aklına?
Adam işsiz, adam geçinemiyor, adamın geleceği kötü, bu aşağı yukarı
belli ama bu koşullardan sıyrılabileceği konusu belli belirsiz bir ümit…
Yani pek ümidi yok.
Oysa insanları geleceğe bağlayan en önemli bağ her zaman ümitli olmak
değil midir?
Sadece bunlar mı onun sıkıntısı? Hadi kendisi bir “yaa sabır…” çekip
katlanacak, iyi ki bir zamanlar bir şeyler görmüş, yemiş-içmiş gülmüşüz
diyecek. İyi de ya gününü geleceğini ona bağlamış olanlar? Ya daha
bunları düşünemeyecek, düşünse de bir şey yapamayacak durumdaki
çoluk-çocuk, ya bunların omuzlardaki sorumluluğu…
“Olmaz, yapma” diyorsun, “Bak vatan, millet…, sonra bu topraklar için
can veren atalar, vatandaşlık falan…”
“Nasıl yani?” diyor; o senin söylediklerinin bütün değeri elin parasıyla
250 bin dolara denk tutulmadı mı şimdi. Hatta adamların “bastırdım
parayı aldım vatandaşlığı” gibi de değil, yanında fiyatı her gün para da
kazandıran bir de ev sahibi olarak…
Yani malı oradan alacağıma buradan almaktan doğan bir “fedakarlığa” denk
gelmiyor mu topu topu?
Susuyorsun…
Bu soruyu karşılayacak, içinde hikmet olan bir “laf”ın yok çünkü.
Türkiye ne yazık ki bugün bir kesimi uçan-kaçanlar, bir kesimi hala
direnenler, bir kesimi de “250 bin dolar vatandaşları”nın ülkesi
halinde.
Kaçan sadece işi olmayan, işinde gelecek göremeyenler mi?
Ya onlara o bekledikleri işi verme durumunda olan esnaf, sanayici…
Onlar da umutsuz.
Ki onlar iyi kötü birikimli, kurulu düzenini öyle hercai bir hevesle
yıkıp gitmeyecek, uzun vadeli hesap kitap yapan ve daha soğukkanlı
düşünebilen bir kesim. Onlar da uçup uçup gidiyor umduklarını
bulabileceklerini düşündükleri yerlere işin kötüsü.
Peki ne yapacağız bu tablo karşısında?
Bu gidiş nasıl durdurulacak, gidenler nasıl geri döndürülecek?
Bu göç uçuşu nasıl bitecek?
Bitmeli mutlaka, çünkü söylendiği gibi “bu işler boşluk kaldırmaz”,
gidenin yeri boş kalmaz.
Aynen ekonomideki “kötü paranın iyi parayı kovması” gibi.
Sen gidersin yerine Suriyeliler gelir, Afganlılar gelir, Afrikalılar,
250 bin doların denkleştirilebildiği her yerden kaçanlar, neyi nereden
bulduğu sorulmayan 250’likler gelir.
Sanayicin, yatırımcın gider yerine yabancı sanayiciler, yabancı
şirketler gelir.
Dedik ya bu iş iyi para-kötü para meselesidir diye.
Sen onu şimdi para değil de yerli sermaye-yabancı sermaye olarak düşün.
Düşünsene; göçle gelip çalışanlar yabancı, patronlar yabancı…
Ekonominde onlar çalışıyor, onlar kazanıyor, ya sen? Arada kalmış, ucuz
mal arayan, “halk günü”, “kampanya” kollayan ucuzcu müşterisin…
Okumadın mı “bu yabancı işçiler giderse bizim ekonomi çöker” diyen
siyasetçiyi,
Bakmıyor musun sanayi odalarının yayınladığı “ilkler” listelerine
Türkiye’nin en büyük kurumları, markaları kimin elinde?
Kimin dumanını üflüyorsun?
Kimin suyunu içiyorsun?
Kimin telefonuyla konuşuyor, kimin marketinden alışveriş ediyorsun?
Kimin internet sitesinden beğenip kimin kuryesi ile getirtiyorsun o
malı.
Bir ülkenin ekonominde baş roller böyle el değiştirmişse bir düşünsene o
ülkenin mevzuatı yani yasaları kimin gereksinimlerine göre elden
geçirilir ya da sil baştan yazılır?
Düzen denen şey aslında o “yasalar bütünü” değil midir?
Bu durumda o düzen kimin düzeni olmaya başlar giderek?
“Ekonomi denen o alt yapı üst yapıyı yani düzenin kurallarını belirler”
diye bir şey vardır, duydunuz mu?
Türkiye’nin en baba şirketlerinde sermaye hakimiyeti kimlerde?
“Babalarını bile bilirim, bak bu bizden” dediklerinin merkezleri neden
dışarıda?
Hangi birini saymalı ki?
Çok şey değişmeli.
Galiba en kestirmeden söylenecek olan da “Önce kafalar değişmeli”
Hani derler ya “Balık baştan…” diye.
O değişim biraz uzun sürer şüphesiz ama ancak o zaman göçler durur,
belki kuşlar da döner geri.
|
|