|
Vergi politikaları
ekonomi politikalarının neresinde
İşin içinde para olan her şey ekonomi ile ilgilidir farkında mısınız?
Çoğumuz, ilk bakışta “Vergi”yi sadece devletin kendi harcamaları için
piyasadan “para toplaması” olarak algılar, “Aman toplasın toplamasına
ama bizden daha az toplasın”, “yerinde kullansın” falan demekle
yetiniriz.
Bu bakış tümüyle yanlış bir düşünce sayılmasa da eğer bir benzetmeyle
ifade etmek gerekirse; ekonomi kitabının ancak bir kısmının konusuna
girer.
Yani dar bir bakış açısıdır.
O kitabın tamamını okur ve yorumunuzu bundan sonra yapacak olursanız;
aslında vergi, devletin bir yandan kendi ihtiyacını karşılarken bir
yandan da milli ekonomiye müdahale ettiği yani tercihleriyle onu şu ya
da bu tarafa doğru yönlendirdiği en önemli alettir.
*
YIL 1923
Çiçeği burnunda devletimiz daha cumhuriyeti ilan etmesine sekiz ay
varken ekonomide ne yapılması gerektiğini tartışmak üzere “İzmir İktisat
Kongresi”ni toplar.
Bu kongrede büyük Atatürk’ün açılış konuşması müthiştir.
İzmir’de “Banka Han”da toplanan kongreye yurdun her tarafından çeşitli
meslek örgütlerini de temsilen 1135 delege katılır.
Bu, “katılımcılık” açısından çok güzel bir şeydir. Ancak katılımdaki
ağırlık memleketin ekonomik yapısı gereği tarımsal ağırlıklıdır. Yani
delegasyonda toprak sahipleri daha etkindir.
O kongrede toprak sahipleri; Osmanlı’dan beri kendilerinin ağır bir
biçimde vergilendirdiğini ve çok kötü bir uygulaması olduğunu ileri
sürdükleri “Aşar Vergisi”nin kaldırılmasını isterler ve kendileri
dışında pek çok kesimden temsilciler ve dolayısıyla işçiler, ticaret ve
sanayi dahil çok çeşitli “taraf” olmasına rağmen bu istekleri “oy
birliği” ile kabul edilir.
Aşar Vergisi kaldırılacaktır.
Oysa o sırada devletin paraya çok ihtiyacı vardır ve vergi gelirlerinin
üçte bire yakını tarımdan alınan bu Aşar Vergisi ile sağlanmaktadır.
YIL 1925
Kararın üzerinden ikinci yıl da geçmek üzeredir ve “açık” endişesi ile
olacak, hala Aşar Vergisi kaldırılmamıştır.
Yine o günlerde ülkenin doğusunda Şeyh Said isyanı vardır ve bu isyana
bazı büyük toprak sahiplerinin de destek verebileceği hesaba
katılmalıdır.
Bir olasılıkla, bu tepkileri de azaltmakta yararı olacağı için konu
“müstaceliyet arzettiği” yani acelesi bulunduğu kaydıyla gündeme alınır
ve Aşar Vergisi 1926 yılından itibaren yürürlüğe girmek üzere
kaldırılır, yerine onu andıran ama uygulamada pek ağırlığı görülmeyecek
olan “Mahsulat-ı Arziye” yani Tarımsal Ürün Vergisi getirilir.
YIL 1949
Türkiye, bu tarihe kadar bir kısmı Osmanlıdan devralınan çeşitli
vergilerle ama ekonominin asıl ağırlığı olan tarımı vergilendirmeden
gelmiştir o günlere. Dolayısıyla, sanayii zayıf, yüzde doksanı tarıma
dayalı bir ekonomide tarım da vergilendirilmeyince aslında büyük bir
parasal sıkıntısı vardır hükümetlerin.
Ülkenin sanayi yatırımlar ve kalkınması için bir yandan da dışarıdan
gelecek kredilere bel bağlanmıştır.
1947’de Başbakan Hasan Saka Meclis’te okuduğu Hükümet Programında şöyle
söylemektedir:
“Arkadaşlar, memleketimizde muazzam toprak üstü ve altı servet
kaynaklarımızı ve imkânlarımızı ihmal ederek esasen fakir olan milletin
ödediği vergilerle istikraz ve emisyon yollarıyla büyük sanayi kurmağa
kalkışmakta isabet olmadığını teslim etmek lâzımdır.”
Aynı görüş ve düşünceler, benzeri cümlelerle 1946 ve 1949 yıllarında
başbakan olarak kendi hükümet programlarını açıklayan Recep Peker ve
Şemsettin Günaltay tarafından da dile getirilmiştir.
İşte bu koşullarda “en iyi vergi kanunu, en gelişmiş ekonomideki vergi
kanunudur” düşüncesi ile gidilir ve daha 1915’lerde bile dünyanın başta
gelen sanayileşmiş ülkelerinden olan Almanya’nın uyguladığı üç büyük
vergi kanunundan esinlenilerek “Gelir” “Kurumlar” ve “Vergi Usul”
Kanunları alınıp 1950 yılından itibaren uygulanması kabul edilir. Bu
değişiklikleri yapan ekibin iki mimarından biri Alman asıllı Profesör
Dr. Fritz Neumark’tır.
Burada iki konu dikkat çekicidir:
Birincisi: Tarım, Almanya’da olduğu gibi bizde de vergi dışı
bırakılmıştır.
İkincisi: Ancak bir sanayi ekonomisinde doğru sonuç alınabilecek
vergiler, o sıralar çok cılız bir sanayii olan Türkiye’ye
uygulanacaktır.
Alınacak sonuç bellidir: Olmayan sanayiden vergi geleceğini düşünüp
ekonomisinin yüzde doksanı tarımla uğraşan bir yapıda tarımın vergi dışı
bırakılmasıyla beklenen vergi toplanamayacak, vergi toplanamadığı için
sanayileşme için gereken kaynak bulunamayacak, bulunmayan kaynak tam da
o yıllarda yani 1946-1950 yıllarında başta Avrupa olmak üzere Dünya’ya
düzen vermeye niyetlenip kurdurduğu kurumlarıyla bunu sağlama gayretinde
olan bir ülkeden borç ve ekonomik tavsiyeler alınarak karşılanmaya
çalışılacaktır.
YIL 1960
Ortalık karışıktır, devlet bir türlü kendine yetecek vergi gelirini
sağlayamamaktadır. Yeni yönetim bu işe çözüm bulup 1959’da başlatılan
reformu hem islah etmek hem şartların gerektirdiği yenilikleri
düzenlemek üzere bir “Vergi Reform Komisyonu” kurar ve bu komisyon da
ülkenin vergi politikalarını sürekli izlemek ve gerekli düzenlemeleri
önermek üzere çalışmalarına başlar.
Yapılan ilk büyük iş, 1925 ve 1949’da vergi dışı bırakılan tarımı
yeniden vergilendirmeye karar vermektir. Bu arada, bir tarım ekonomisi
olan Türkiye, 1925’ten bu yana aradan geçen 37 yıl içerisinde tarımdan
vergi almayarak büyük bir imkânı elinden kaçırmıştır.
Hükümet, Türkiye’nin kalkınması için vergi düzeninin ne olması gerektiği
konusunda bir çalışma yapıp kendisine rapor hazırlaması için Macar
asıllı ünlü iktisatçı Prof. Dr. Nicholas Kaldor’u çağırır.
1960 tarihli raporunda Kaldor, tarımın Gelir Vergisi sistemi içerisinde
vergilendirilmesini yanlış ve yetersiz bulur ve onun yerine “her
bölgenin ve her arazi tipinin ortalama verimine göre standart bir vergi
alınmasını” önerir. Tarımdan bu şekilde toplanan vergi boş arazi
bıraktırmayarak üretimi zorlayacak, artan üretim sanayie kaynak
aktarmaya yarayacaktır.
Ancak o günün dengeleri içinde bu öneri kabul görmez.
YIL 1970
Daha önceki 1959 Reformunun mimarlarından Prof. Dr. Fritz Neumark,
İstanbul’da “Türk Vergi Sisteminin Ekonomik Gelişme üzerindeki Etkileri”
konulu bir konferanstadır. Şu sözler de ona aittir:
“Gelişmekte olan ülkeler”, gelişmişleri aynen taklit edeceklerine,
onların uyguladıkları mali tedbirleri ve metotları kendi ekonomik ve
sosyal çerçevelerinin tayin ettiği özel ihtiyaçlarla ve ihtiyaçların
giderilmesi imkanlarıyla telif etmelidirler (uyumlaştırmalıdırlar)"
Şimdi anlaşılmaktadır ki, Türkiye daha 1925 yılında o ilk düğmeyi yanlış
iliklemiş ve sanayileşmesine imkân yaratacak tek kaynak olan tarımı önce
vergi dışı bırakmış, daha sonra yine yanlış bir seçimle verimsiz bir
vergilemeye tabi tutmuş, sanayileşmeye ayıracağı kaynağı yaratamadığı
için de kalkınmayı dışarıdan sağlanacak kredilere ve yabancı yatırımlara
bağlamıştır.
YIL 2022
Türkiye, giderek artan dış borcunu “çevirebilme”” yani geri ödeme değil,
faizini de üstlenerek yenileme imkânı daralmış bir haldedir. Topladığı
vergiler bütçe giderlerini karşılamaya yetmemektedir. Bayındırlık,
sağlık, eğitim ve benzeri pek çok hizmet kamu hizmeti olmaktan çıkarılıp
piyasaya devredilmiştir. Tarımsal üretim düşmüş, köylü şehirlere göçmüş,
gıda ithal malı olmuştur.
Peki, daha 1925’lerde N.Kaldor’un dediği gib;i tarım vergi dışı
bırakılmak yerine iyileştirilerek kullanılsa ve tarımsal üretim bu vergi
yoluyla yönlendirilseydi, sanayi için gerekli kaynak dışarıdan aranmak
yerine buradan sağlansaydı bu günkü ekonomik tablo yani bir taraftan dış
borçlanma, bir taraftan bütçe açıkları, bir taraftan gıdada dışarıya
bağımlılıkla karşı karşıya kalabilir miydik?
Vergi politikamızdaki daha 1925’lerde, 1949’larda o yanlışlar
yapılmasaydı, şimdi içinde bulunduğumuz bu ekonomik tablo ile karşılaşır
mıydık?
Hatta bu gün bile bir kere daha düşünmeliyiz; Acaba vergi politikaları
sadece bütçeye gerekli olan paraları toplamak mıdır yoksa üretimi
yönlendiren ekonomi politikaları mı olmalı?
|
|