|
Durumlar 'Bu saatten sonra ne
yerse yesin' dendiği gibi mi?
Bizde bilinen bir laftır:
“Doktor bundan sonra ne yerse yesin dedi” derler.
Kime?
Artık tedavisinden umut kesilen, ölüme terkedilen hasta için söylenir.
Çok korkunç bir ironidir bu tabii.
Önceleri hastayı kurtarmak için çırpınıp durursunuz: “Aman ilacını
aksatma tansiyonun yükselir, aman şunu yeme şekerini arttırır, aman onu
yeme kolesterolün tavan yapar… “ falan falan… derken…
Ama bazen öyle ümitsiz bir noktaya gelinir ki, o her türlü disiplini
dayatan doktor bile bırakır ipin ucunu ve hastanın yakınlarına “bırakın
artık ne yerse yesin” bundan sonra mesele değil der.
*
Peki, ya bir ekonomi için de söylenebilir mi bu?
Bizde daha önce iki kere söylenmiş aslında.
İşin tuhaf tarafı, bunu söyleten her iki kişi de geniş kitlelerce bugün
hala hayırla anılmaya devam ediyor.
İnsan şimdi de endişelenmiyor değil; ekonomi her an bir üçüncü “Allah
bana ben sana” çaresizliğine doğru yelken açmışken “siyaset kurumu”nun
tavrındaki bu “kayıtsızlığın altında yine böyle beklentiler mi var
acaba?
İşaret etmek istediklerimizden birincisi “Ulu Hakan” diye anılan İkinci
Abdülhamit zamanında, 1881 yılındaki.
Osmanlı artık borçlarını ödeyemeyecek hale gelip işi sürdürme ümidi
kalmayınca “Muharrem Kararnamesi” ile moratoryumunu ilan etmiş ve “Gelin
vergileri falan artık siz toplayın, ne alacağınız varsa kendiniz alın”
dercesine bütün gelir kaynaklarını alacaklıların kurup idare ettiği
“Düyun-u Umumiye” idaresine devretmiş.
Onlar da İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Hollandalı, Avusturyalı ve
Osmanlı alacaklıları ile Galata Bankerlerini temsilen toplam 7 üyeden
oluşan Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kurmuşlar. Bu idarenin
başı da beşer yıllığına sırasıyla İngiliz ve Fransız delegelerine
bırakılmıştı.
Biliyoruz ki o günden gelen borçlardan ancak 73 yılda, yani 3 nesil
sonra 1954 yılında kurtulabildik.
İkinci moratoryumumuz 4 Ağustos 1958’de Adnan Menderes tarafından ilan
edildi.
O gün paramız dolar karşısında yüzde 221 devalüe edildi. Aynen bugünkü
kurun 14,60’tan bir günde 32 lira birden artarak 46,60’a çıkması gibi
bir şeydi durum.
Ardından aralarında İngiltere, Federal Almanya, Fransa, Belçika,
Lüksemburg, Hollânda, İtalya, İsveç, Danimarka, Portekiz, Norveç,
İsviçre ve Avusturya’nın bulunduğu 13 devletten temsilcilerle sekiz ay
süren toplantılar yapıldı…
11 Mayıs 1959’da Paris’te imzalanan anlaşmaya göre borçlar 12 yılda eşit
taksitler halinde ödenecekti. (*)
Ancak araya askeri darbe girdi, kağıtlar yeniden karıldı.
Anlaşma askeri dönemde bir kere daha Meclis’e geldiğinde Dışişleri
Komisyonu’nda şu gerekçeler tutanaklara geçti:
“Aslında bu borçların doğuş sebeplerini plânsız, programsız bir ekonomi
politikası yüzünden memleket iktisadiyatının sarsılması ve sürekli
buhranlara yakalanması hâdiseleri içerisinde aramak gerektir. Millî
ekonomimizin sürekli buhranlara yakalanması memleketin ödeme imkânlarını
kısırlaştırmış ve dış ticari borçlar ödenmez hale gelmiştir. Bu
zorlukları aşabilmek için eski iktidar hükümetleri dost devletler
nezdinde ısrarlı yardım ve kredi taleplerinde bulunmakla yetinmişlerdir…
…
bugünkü tediye muvazenemiz bize borç ödemek hususunda pek de imkân
vermemektedir. Çünkü ihracattan elde edilen dövizler ithalâtımızın
bedellerini bile karşılayamayacak durumdadır. İşte böylece bu borçların
nasıl ve ne ile ödeneceği meselesi karşımıza çıkmaktadır.
Anlaşmalarla elde edilen ödeme yolları ancak şeklî mahiyettedir. Bunun
fiili bir ödemeye varabilmesi yeter dövizin bulunmasına bağlıdır. Bu
durum eski iktidarın bu memleket maliyesini ve iktisadını nasıl bir
çıkmaza soktuğunu açık surette göstermektedir…”(**)
*
Sadece bunlar değil elbet; 2001 Şubatında da buna benzer bir şey yaşayıp
o sırada Dünya Bankası’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika'dan sorumlu başkan
yardımcısı Kemal Derviş’e “Gel, bu işi teslim al ve ne yapmamızı
istiyorsan yapalım” demedik mi?
Derviş “15 günde şu 15 kanunu çıkaracaksınız” dedi de kapısında
“Egemenlik ulusundur” yani “Milletin dediği olur” yazılı Meclisimiz
aynen dediğini yapmadı mı?
Hatta kendisini davet eden ünlü siyasetçimiz de şimdi saygıyla anılmıyor
mu?
Çok enteresan doğrusu…
Şu siyaset ile ekonomi arasında ne garip bir ilişki var ki, ekonomi
batsa da kimi zaman bizde siyasetçi bir türlü bu yönüyle anımsanmıyor.
*
Türkiye sanırım popülizme bu kadar yatkınlığından dolayı olacak,
ekonomisini batıran ya da batarken bu durumu pek umursamayan
siyasetçilerin önünü açma, hatırasına saygı gibi bir takıntıyla malul ve
tarih içerisinde gelişmiş ülkelerle olan mesafesinde de giderek arayı
açıyor.
Neden bunları söylüyoruz?
Siz bırakın son ekonomik yıkımlardan bu yana yapılanları ve yapanları
bir kenara, bugün için yarın karşılaşacağımız tablo konusunda neler
yapacağını planlayan, bunu ortaya koyup gereklerini halka anlatmaya
çalışan bir siyaset görebiliyor musunuz?
Ne mümkün…
-Ucuz cep telefonu
-Ucuz otomobil
-Ucuz akaryakıt
-Herkese iş değil ama maaş
-Ticari mülk sahiplerinin elde ettiği kira gelirlerinden alınan peşin
vergileri (stopaj) indirme
-Kredi borç faizlerinin yüzde 80 silinmesi
-Ve bir tarihte bir büyükşehir belediyesinden bedava elektrik ve su
vaadi.
Düşünüyorum da, acaba yarın yeni bir iktidar kurulduğunda görev
alacağını düşünenler nasıl olsa bu ekonomik gidişata daha doğrusu yeni
bir moratoryuma yuvarlanmaya engel olamayacaklarını fark ettiler,
mücadeleyi göze alamıyorlar da -aynen doktorun hastaya dediği gibi-
“bundan sonra ne yerse yesin” havasıyla mı hareket ediyorlar?
Yarın iş işten geçtikten, ekonomi bir kere daha bir yerlere teslim
edildikten sonra bile yine de diğerleri gibi itibarlarını
koruyabileceklerini mi fark ettiler de bu günleri frensiz bir popülizmle
geçirmekte sakınca görmüyorlar?
Siyasi tercihleri “battı balık yan gider” ve “ben yapmadım onlar
yapmıştı” deyip yeni bir moratoryuma razı olmak mı?
Doktor doktor ! söyle bize, bu işittiklerimiz yoksa onun yaklaşan ayak
sesleri mi?
(*)
https://www5.tbmm.gov.tr/.../kanunm.../kanunmbkc04400363.pdf
(**)
https://www5.tbmm.gov.tr/.../d00/c002/km__00002025ss0061.pdf
|
|