EKONOMİDE “KAYIT DIŞINI KAYIT DIŞINA SÜREREK” BÜYÜMEK
Çok iddialı gibi gelebilir ama; bir kere Türkiye’nin bir kayıt dışı cenneti
olduğu gerçeğini kabul etmek gerekir.
Üstelik “kayıtlıdır” diye bilinenlerin önemli bir kısmını, yani “şeklen kayıtlı”
olanları da hesaba katarsanız, “Kayıt-kuyut” işlerinin daha da derinlere inen
neredeyse bir dipsiz kuyu olduğu söylenebilir.
Bizdeki bu durum ne yazık ki siyasetinden ekonomisine ülkenin bütün kurumlarına
sinmiş olup adeta bir çengel gibi, her bir kurumun verilerine soru işareti
olarak takılmıştır.
Kimilerine göre kayıt dışılık yüzde 30’larda gezinse de, “şeklen yapılan
kayıtlar” da dikkate alındığında bizdeki gerçek oranın yüzde 50’ler dolayında
olduğunu söylemek büyük bir abartma olmasa gerek.
Nitekim küçük bir araştırma ile, bu rakamlara kimi yetkililerin de katıldığı
görülür.
Yüzde ölçülerini tartışmayı bir kenara bıraksak dahi; bizzat OECD’ye göre bile
Türkiye, 34 üye ülkesi arasındaki sıralamada 2016 verilerine göre kayıt
dışılıkta “birinci sıradaki” ülkedir.
Bu bir uluslararası ayıp mıdır?
-Evet
Bunun denetimle, ayıplamayla azaltılabileceği inancı sadece kendimizi aldatmak
mıdır?
-Evet
Bir balık ağının (ki vergicilikte de bir yakalama vardır) yüzde 30'unun yırtık
olması, o ağın yüzde 70 işe yaradığını mı gösterir?
-Tabii ki hayır, isteyen kaçabiliyorsa, yakalandı denenler zaten teslimdir.
Bu ölçülerdeki kayıt dışılık önümüzü ancak el yordamıyla görmek, geleceğimize
günlük bakmak mıdır?
-Evet.
O zaman Türkiye’de vergiciliğin rayına oturtulması için bir model
hazırlanacaksa, kısa vadede ve çok çeşitli alanlarda bir genel iyileşme olmadan
vergi sisteminin sadece denetimle, yaptırımları katlayarak, ayıplayarak vs
yollarla düzeltilemeyeceği gerçeğini kabul etmek ve yola bu gerçekten çıkmak
gerekecektir.
*
Şimdi gelin bu lafların altını dolduracak bazı örnekleri sıralayalım:
Herkesin gözü önündeki durumdur:
-Türkiye’de işsiz sayısı belirli midir? Belirsizdir,
-Türkiye’de enflasyon oranı belirli midir? Belirsizdir.
-Türkiye’de ücret bordroları göstermelik midir? Göstermeliktir.
-Bir üretimin içindeki işçilik belirsizse üretim maliyeti belirli midir?
Belirsizdir.
-Açıktan ücreti karşılamak için mecburen ve katlamalı olarak açıktan yapılan
üretim ve satışın ölçüsü belirli midir? Belirsizdir.
-Kiralar mesela: ev kirasından dükkân kirasına bir “gösterilen” vardır, bir de
gerçekte ödenen.
-Satılan mal belli midir? Değildir, gidin semt pazarlarına, dükkânda satılan her
şeyin belgesinin verilmesi zorunlu iken semt pazarında asla böyle bir usul
yoktur. Peyniri de, sebzeyi de, konfeksiyonu da, ayakkabıyı da, elektrik
süpürgesinin hortumu ve tabağı çanağı da öyle alırsınız.
-Gayrı menkul, arsa, inşaat işleri? Hakeza belirsizdir. Şeklen bir kaydı vardır
ama hesaplaşma başkadır. Hatta ikaz edilirsiniz “Bundan fazla gösterme,
emsalleri bozar” diye.
-Taşımacılık örneğin. Siz her biri birkaç milyonla fiyatlanan taksi plakalarının
alım satımının, taksicilerin günlük araba yevmiyelerinin kayda girdiğini mi
sanırsınız?
-Siz bu ülkenin en ciddi kayıt tuttuğunu söyleyen en büyük sınai kuruluşlarının
o “Outsourcing” dedikleri dışarıya yaptırdıklarını, yan sanayiden tedariklerini
hep birebir faturalı görürsünüz ama, siz o tedarikçilerin ciddi(!) kurumlarca
kendilerine dayatılan fiyattan mal-hizmet satarken ayakta kalabilmek için hangi
kayıt dışılıklara mecbur kaldığını, o düzgün faturaların altlarındaki
kayıtdışılığın ölçüsünü bilir misiniz?
Bu örnekler uzar gider…
Yıllardır da böyle gelip böyle gittiği için kayıt dışılık bizde artık “yapısal”
hale gelmiştir.
Zaten bu nedenledir ki; işin birazı tıkanan sistemi rahatlatmak, birazı siyaset,
birazı da sistemin normal işleyişiyle toplanamayan parayı kısmen bu yolla
toplayabilmek için yine yapısal hale gelmiş olan “af”lar, “beyaz sayfalar”
“yeniden yapılandırma”lar, “Mali Milat”lar gelir gündeme sık sık.
Bu sadece belirli bir siyasetin sonucu mu?
Ne gezer?
Örneğin ikide bir “Getirin dışarıda bıraktığınız ya da kaçırdığınız parayı”
kampanyalarını hep sağ iktidarlar mı yapmıştır?
Hayır.
Hatırlasanıza şu 1998 Temmuz’unda 4369 Sayıyla çıkan ve
Mali Milat ilan eden yasayı. O tarihte hükümette kimler vardı, Maliye Bakanı
kimdi acaba dersiniz?
Şimdi bunlarla kimseyi suçlamıyorum; demek istediğim, bu kayıt dışılığın, bu
ekonomimizin bedenine uymayan elbisenin ülkemizin yapısını şekillendirmiş,
sisteme sinmiş bir gerçek olduğu, buradaki uyumsuzluğun, aynen ayağı sıkan bir
ayakkabının o ayağı yara etmesi, adamı topallayarak yürütmesi gibi, ekonominin
organlarına verdiği kalıcı hasar olduğudur.
Buradaki hasarın, hükümetlere de, yönettikleri ekonomiye de, maliye idaresine de
ayak bağı olduğu; ve öyle ikide bir açılacak beyaz sayfalar, yeni milatlarla,
sil baştanlarla, yapılacak “re-form”larla yani bir anlamda sadece
“yeniden-şekillendirme”lerle düzeltilemeyecek kadar büyük bir zaaf yarattığıdır.
Dolayısıyla, bu büyüklükte bir zaafın düzeltilebilmesi ancak ve ancak “Ekonomiye
verdiği hasarla aynı büyüklükteki bir değişimle” hatta bütün ezberler, küresel
tavsiyeler ve eski reçeteleri bir kenara cesaretle atıp, yapılacak büyük bir
ekonomik-mali devrimle mümkün olabilecektir.
Nedir o peki?
Başta, böyle büyük bir değişimin asla idarei-maslahatçı olmayan, başarıyı günü
hatta kendi dönemini kurtarmakla yetinmekte görmeyen bir siyasi destek bulma
ihtiyacı olduğunu kabul edelim.
Dolayısıyla, bu değişim kararının gerektirdiği iradeyi o dönemde iktidardaki
siyaset ve ondan medet uman etkin çevreler gösterebilecektir.
İşte bu irade gösterilip gereken destek alındığında yapılacak olanlar çok kısaca
şu başlıklarda toplanabilir:
1.Türkiye ekonomisinin kayıt dışılığı, şu ya da bu işletmenin kriminal tavrı ya
da tamahkarlığı olmaktan çıkmış “yapısal hale gelmiş” bir durumdur. Bu saatten
sonra çarpıklığın sıkılaştırılacak sadece denetimlerle düzeltilebilmesi olası
değildir. Uygulanan reçete yanlışsa, bünyeye zarar veriyorsa, o yanlış reçeteye
daha fazla yüklenerek sonuç almayı düşünmek, bir yanlış tedavinin giderek daha
yüksek doz ilaçla uygulanması gibi zararlıdır, yanlışta etkinlik ancak
çarpıklığı derinleştirir.
Ortada sistemsel bir uyumsuzluk varsa, herkesin başına bir maliyeci de dikseniz,
alacağınız sonuç ancak ekonomiyi kilitler, üretim ve ihracat durur, işletmeler
batar, sınırlı sayıda çalışan da işsiz kalır.
Örneğin koyun her konfeksiyon atelyesinin başına bir maliyeciyi, sektörü
öldürürsünüz. Çünkü o sektörün iç piyasası da ihracatı da bu “kısmen bordrolu”
yapısıyla ancak döndürülebilmektedir.
2.Türkiye’deki kayıt dışılığın nedeni, asla Türk insanının diğer gelişmiş ülke
insanlarından ahlakça ve devletine saygıda geride kalmış olması değil, mevcut
mali düzenin ülkenin ekonomik koşullarına uymayan, zorlamalarla sonuç almaya
şartlandırılmış, buna göre biçimlendirilmiş yapısıdır. (ki aslında mali düzen
dediğimiz de genel ekonomik düzenin; para politikası, gümrük politikası, sosyal
güvenlik politikası vs. gibi pek çok alt uygulamalarından sadece biridir)
3.Olayı biraz daha açabilmek için bu işi, iki uç noktasından örnekleyerek
söyleyelim:
Bu gün ticaret ve sanayiin ve dolayısıyla her türlü ekonomik faaliyetin kayıt
dışına kaymasının nedeni, içinde bulunulan ekonomik şartlarda karşılaşacağı
vergi yükünü taşıyabilecek durumda olmamasıdır. Katlayın şimdiki vergileri
örneğin ikiye, kayıt dışı şahlanır.
İndirin vergiyi yarıya, kayıt dışılık da yarıya iner.
Olmaz ama aradaki iniş tıkış ilişkisini daha iyi anlatmak için daha da bir uç
nokta: Kaldırın vergileri toptan, ortada kayıtdışı diye bir şey kalmaz.
Demek ki kayıt dışılığın yaratıcısı da, dozunu belirleyen de, ekonominin ve
dolayısıyla işletmelerin taşıyamayacağı yükseklikteki vergi ile düşük vergi
arasında kurulmuş olan dengenin neresinde olunduğudur.
Şimdi buradan yola çıkarak söyleyelim:
Sadece asgaride değil, tüm düzeylerdeki ücretlerin vergisini, sigorta primini bu
ekonominin koşullarında taşınabilecek düzeye indirin; açıktan çalışma-çalıştırma
için bir neden kalmaz. Katın bu kayda sokulacak işçilik ücretlerini üretim
maliyetlerine, bütün sanayi ve ticarette ne üretimde ne açıktan alıp satmada bir
kayıt dışılık kalmayacaktır. Çünkü sadece işçilik maliyetlerindeki tuğlayı bile
yerine oturttuğunuz zaman buradaki açığı diğer aşamalara taşımak için bir baskı
olmayacaktır.
4.Türkiye’de işçilikten üretime, üretimden satışlara kadar bütün süreçte
işletmeler her an için kayıt dışılığın riskini taşımakta, “kaç-göç içinde
yaşamakla şeffaflaşamamakta, kurumlaşamamakta, kurumlaşamadığı için de
büyüyememektedirler. Hatta bu riskler, işletme sahibinin kendine güvence
oluşturabilmek için sermayeye ekleyebileceği bir kısım işletmeden geri çekip
gayrı menkul gibi âtıl alanlara yatırmasına yol açmaktadır.
Büyüğün küçüğü yuttuğu bu küreselleşmiş piyasa düzeninde bizim işletmelerin de
olabildiğince büyüyebilmesi için, işçilikteki gibi gerçek fakat kayıt dışı
bırakılmış üretim maliyetlerini kayda alabilmesi, zaten beklenen geliri
sağlayamayan mevcut kurumlar vergisi oranının da “etkili” yani yatırım ve
kapasite yükseltme yönünde etki yaratacak bir biçimde düşürülmesi gerekir. Bu
oran indirimi dolayısıyla kaybedileceği düşünülen vergi, işletmelerin
göstereceği canlanma ile büyük ölçüde telafi edilecek, ayrıca portföycü değil,
“üretime yatırımcı” yabancı sermaye gelmesi için dikkat çekilecek ve ciddi bir
cazibe yaratılacaktır.
5.Ücretler üzerindeki sosyal güvenlik (sgk) primleri, istihdamı baskı altında
tutan “ikinci büyük vergi kalemi”dir.
Uygulanan prim üst sınırının asgari ücretin birkaç katını geçmeyecek ölçüde
örneğin asgari ücretin iki katına kadar düşürülmesi gerekir.
Böylece hem yüksek ücretlerle çalışanlar iş hayatı boyunca bu yükten kurtulacak
hem işverenleri daha çok ücret ödeyip vasıflı eleman istihdamı imkanına
kavuşacaklardır. Gerçi bu arada emeklilikte “sosyal güvenlik kurumundan alınacak
aylıklar” düşecek endişesi duyulabilir ama bu sorun olmamalıdır, çözüm kolaydır.
Örneğin 2021 yılı için prim tavanı aylık 26.831,40 lira ise, bordrolardaki bu
rakam sistem açısından düşünülürse, artık emeklinin sosyal güvenliğini sağlama
amaçlı ve alınması zorunlu olan bir prim değil, devletin ücretler üzerine
koyduğu ikinci bir gelir vergisidir ve ağır bir yüktür. Dolayısıyla primler
“sadece sosyal güvenlik gereğini karşılamaya yeterli olacak düzeye”
indirildiğinde, istihdam maliyetleri düşecek, işletmeler çalışanlarına daha
yüksek net ücret ödeme ama daha önemlisi daha vasıflı eleman çalıştırma şansı
bulacaklardır.
Burada “ben şimdi yüksek prim ödeyeyim ki ileride emekli maaşım yüksek olsun,
bana güvence değil yüksek refah da gerekli” düşüncesi de olacaktır. Bu herkesin
en doğal tercihi. Ancak, sistemde sosyal güvenlik kurumunun asıl görevi, yüksek
emeklilik sigortacılığı değil, çalışanların iş hayatı sonrasında muhtaç duruma
düşmemelerini sağlamaktır, asla yüksek emeklilik geliri vadetmek değil.
Aksi takdirde o adında yer alan “Sosyal” güvenlik sözcüklerinin anlamı kalmaz.
Üst gelir grupları, eğer yüksek gelir düzeyini emeklilikte de sürdürmek
istiyorlarsa o zaman indirilecek prim tabanı üzerine -bu kez güvenlik açısından
tercihen kamu bankalarınca oluşturulacak özel sigorta şirketlerine prim
ödeyerek- sonuçta yine istedikleri yüksek emeklilik maaşı güvencesine kavuşacak
ama tavan indirilmekle hem kendileri hem işverenleri ömür boyu denebilecek bir
dönemde yüksek prim baskısından kurtulacaktır.
Düşük sosyal güvenlik kurumu, istihdamın kayda girmesi ile şimdiki "yapısal"
büyük açıklarından kurtulabilecek, “mutlaka” olması gerektiği gibi, bundan daha
geniş sigortalı tabanlı bir yapıya kavuşabilecektir.
Çünkü sosyal güvenlik sistemlerinde geçerli model, az kişinin primiyle çok
kişiyi emeklilikte güvence altına almak değil, çalışan tabanını genişleterek çok
kişinin primiyle az kişiyi güvence altına almaktır.
Bu arada, özellikle özel sektörün üst düzey yöneticilerine zaman zaman
uyguladığı “yıl sonu sarı zarfı” kayıtdışılığına da gerek kalmayacaktır. Çünkü
yüksek vergi ve primler dolayısıyla bir kısım üst yöneticinin yıl içinde bordro
üzerinden alamadığı “karşılığı” böylece kayıt dışı tahsil ettiği ve aslında
piyasa koşullarında haklı olarak ücretini böylece dengelediği bilinen
uygulamalardandır.
6.Kazanç üzerinden alınmak istenen ama alınamayan vergilerin "zaafına" çözüm
olarak düşünülüp tüketim üzerinden alınan KDV de ayrı bir yanlışlıktır. Bu
düşüncemize bizi doğrulayacak bir referans verecek olursak; o tarihte Maliye
Bakanı, bu günkü Merkez Başkanımız Sayın Naci Ağbal’ın Türkiye İhracatçılar
Meclisinde, iş adamlarımıza karşı kullandığı şu ifadesi hatırlanmalıdır:
“"Sistem, bu haliyle sürdürülebilir değil.
Yatırımın, üretimin, istihdamın ve ihracatın önünde ciddi bir engel oluşturuyor
bu haliyle.
Mevcut KDV sistemi yerli üretimin aleyhine çalışıyor.
İthalat yapmak daha cazip.
Bütün bunları gördüğümüz noktada, '32 yıllık kanunun artık reforma tabi tutulma
zamanı gelmiş”.
Bunun yanı sıra, ülkenin önemli bir bölümünün mal ve hizmet alımının gelişmiş
bölgelerle aynı oranda vergilendirilmesi, vergi yükü açısından büyük bir
dengesizlik yaratmakta, bu da zincirleme çalışması gereken kayıt düzenini
bozmaktadır. (Örneğin aynı takım elbise için satın alma güçleri birbirlerinden
çok farklı olan İstanbul’da da Urfa’da, Hakkari’de de aynı vergi alınmak
isteniyorsa, çocuğun kullanacağı tablet bilgisayar her iki yerde de yüzde 18
vergiliyse, belli ki sonuçta özellikle gerice bölgelerde bu alışverişlerde ya
kayıt dışına kaçılacak ya ticaret ve yurttaş refahı üzerinde vergi yoluyla bir
baskı sürdürülüyor olacaktır.
Bu nedenlerle, en azından kayıt dışılığı azaltmak, eğer sürdürülecekse kayıt
zincirini kopartmamak için Katma Değer Vergisi oranlarında 18’lerden 10’lara ve
düşük gelirlilerin kullanacağı ürün ve hizmetlerde adeta vergiyi önemsetmeyecek
sadece iz sürülecek oranlara inmek gerekmektedir.
Buradaki gelir kaybı, kısmen daha fazla kayda girmekle, kısmen tüketimin
canlanması ile kısmen de ÖTV dediğimiz ilk üretim aşamasında alınan, denetimi ve
tahsili kolay vergilerin alanı biraz daha genişletilerek karşılanabilecektir.
Hatta daha ileri bir adımla, bir zamanların perakende satış vergisi olan İşletme
Vergisi uygulaması dahi bölgesel gelişmişlikler gözetilerek ve düşük oranlarla
devreye sokulabilir.
7.Türkiye’de sermaye, ya inşaat işine girerek ya bu sektörün üretimine müşteri
olarak katılmakla sınai üretim açısından zaafa düşmektedir.
Türk inşaat sektörünün bir şekilde iç piyasadan dış piyasaya kaydırılması
gerekir. İnşaatta düz işçilikten vasıflı işçiliğe, buradan inşaat sektörünün
beslediği her türlü sanayie kadar kendine uygun iklim bulan kayıt dışılık, başta
gayrı menkul rantlarının vergilendirilmemesi dolayısıyla; belki kısa dönemde
ekonomiyi canlandıracak bir lokomotif gibi görülmüşse de ülkedeki sınırlı
sermayeyi de zaten sınırlı olan tasarrufları da yine bu sektöre gömmüştür.
Dikkat edilirse 2019 yılının yeni ilan edilen ilk 100 vergi rekortmeni arasında
o anlı şanlı inşaat şirketlerimizden hiçbiri görülmemektedir.
İnşaat sektörünün içeride kısmen vergi verme çizgisine getirilmesi, belirli bir
büyüklük ve kalifikasyona sahip olan firmaların ise bir zamanlar Güney Kore’nin
yaptığı gibi ama her şekilde daha sıkı denetim altında tutularak desteklenmesi,
gireceği dış işlerde kendilerine milli bir kurumca ihtiyaç duydukları teminat
mektupları sağlanarak arkalarında durulması uygun olacaktır.
8.Abartılmış ithalat politikaları Türk ziraatını oldukça sıkıntılı bir duruma
düşürmüştür. Bundan böyle, zirai kazançlar ancak ticari işlemlerinin izi takip
edilebilecek ölçüde vergilendirilmelidir. Bu bir yandan tarımsal ve hayvansal
gıda üretimi üzerindeki baskıyı kaldıracak, artan üretim ve iç üretim artışıyla
düşen fiyatlar bir ileri aşama olarak işçinin geçim maliyetini düşürerek sonuçta
ekonomimizdeki sınai ve ticari maliyetleri düşürecektir.
9-Türkiye’de sınai üretim ölçüleri belirsizdir.
Bırakın dükkanlarda kayıtsız satılan malları, semt pazarında, işportada satılan
tekstil, konfeksiyon, plastik eşya, tencere, terlik gibi ve daha birçok sınai
malların önemli kısmı açıkça kayıt dışı alınıp satılır. Yukarıda belirttiğimiz
açıktan işçilik ücreti nedeniyle üretimin önemli bir kısmı açıktan yapılmak ve
neredeyse piyasada alenen satılarak paraya çevrilmek durumundadır.
Kısaca, kayıtlı üretim ihracatta, mağazalarda satılırken gayrı resmisi ya da
üretimin kayıt dışı kısmı pazarlarda, işportada piyasaya sunulmaktadır.
Şu sorunun cevabı iyi düşünülmelidir:
Bırakın ticarethanelerdeki faturasız alış-satışları, acaba sadece “Pazar”
satışları gerçeği ortadayken biz her mağazaya bir maliyeci diksek, ihraç edilen
her ürünün imalatını dört göbek geriye kadar denetletip doğrulatsak “sistemi tam
kontrol edebiliyoruz her şey kayıt altında” diyebilir miyiz?
Bu durum, karanlık odada kaybedilen iğneyi aydınlık odada aramak değil midir?
10-Türkiye’de kazançlar belirli midir?
Ödenen vergi bile gizleniyorsa, mantıken onun diğer ve büyük parçası olan
kazançlar da belirsizdir.
En çok vergi veren, dolayısıyla en çok kazanan 100 kişiden 67’si ismini
gizlemiştir. Bu elbette devlet kayıtlarında açık ama kamuya karşı gizlenmiştir.
Bu listede geriye kalan 33 kişiden bankalar gibi kendini gizleyemeyecek büyük
kurumları da çıkarsanız, bulunacak yüzdelik, kazanç gizlemenin esrarını ve
ciddiyetini daha da arttıracaktır.
Dikkat edilirse, Türkiye’nin dünya çapında dereceye giren ünlü müteahhitlerinden
hiçbiri en azından bu listede ben de varım diyemedi. Acaba bunun nedeni
kazançlarının düşüklüğü müdür yoksa aldıkları -vergi ile birlikte ticari
sonuçları- kamuoyundan gizleme istekleri mi?
11-Eğitilmiş eleman konusu ekonomik açıdan da büyük ve yaşamsal sorunumuzdur.
Türkiye, gelişmiş ülkelerle olan arasını en azından daha fazla açmamak için en
kısa zamanda ve en etkili biçimde, sınırlı sayıdaki yetişmiş elemanını artık ne
dışarıya kaçırmalı ne hala dışarıda bırakmalıdır.
Bunun konumuz açısından çözümü, vatan millet edebiyatından önce ülkede belirli
teknoloji seviyelerinde görevlendirilecek kişilerin istihdamının olabildiğince
vergi dışı bırakılmasıdır.
Türkiye ekonomisinin hala konfeksiyon, otomotiv, madencilik, inşaat gibi "kol
gücü gerektiren" değeri düşük mal ve hizmetler üretiyor olması, sadece değeri
düşük mal üretimlerindeki düşük işçilik ücretlerinin (asgari ücret gibi) önemli
ölçüde vergi dışı bırakılması, işletmecilerin bu sektörlere yönelmesine neden
olmuştur.
Çünkü ileri teknolojik üretimde ücretler doğası gereği yüksek olmalıdır ama
üzerine bir de yüksek vergiler gelince daha da yüksek olmakta, bu işlere kimse
girmek istememekte, vasıflı eleman gerektiren konulara ilgi duymamaktadır.
Türkiye bir kısım politikacının “Orta gelir tuzağı” dediği ama kendine bu tuzağı
kimin kurduğunu bir türlü çözemediği bu durumdan kurtulmak istiyorsa, ileri
teknolojinin gerektirdiği vasıflı kadroları uzun yıllar içinde yetiştirmek için
beklemek yerine, ne yapıp yapıp öncelikle dışarıya kaptırdığı hazır
yetişkinlerini içeriye almalıdır.
12.Turizm sektörü
Turizm bir açıdan ihracattır. Mal ve hizmetin yabancıya sadece "içerideki
teslim"idir, dışarıdan sağlanan dövizdir.
Bu alandaki istihdam, turizm işletmelerinin kapasitesiyle kontrollü olarak,
adeta kendilerine kamudaki “norm kadro” gibi imtiyaz kotaları tanınarak
ucuzlatılmalıdır. Hele bu pandemiden sonra gereken toparlanma için buna büyük
ihtiyaç vardır.
Turistik işletmelerin, mali destekten çok, ucuza sağlayacakları istihdam yoluyla
kendi hizmetlerini geliştirmelerine imkân verilerek güçlendirilmesi gerekir.
Ve sonuç olarak:
İşte burada, “ama”sı, “şu kadar ki”si yani bir kısım ayrıntısı ile ancak
uygulama sırasında belirlenmesi gereken tarafı geriye bırakılıp kısaca dile
getirilerek önerilen bütün bu politikalar, hem çalışanın, işçinin, köylünün yani
alt gelir gruplarının ve hem de iş çevrelerinin rahatlayacağı, herkesin
kazanabileceği “büyüme dostu vergi” politikalardır. Denetimle, yaptırımla değil
her kesimin ekonomisine hitab etmesi ve dolayısıyla şimdiki yurttaş-devlet
ilişkilerini dahi yumuşatacak politikalar olması için önerilmiştir.
Gerisi politikacıların ve etkili çevrelerinin bileceği iştir.
Bülent SOYLAN
----------
*TCMB Başkanı Durmuş Yılmaz “İstihdamda kayıt dışı oranının yüzde 50'lere
yaklaştığına dikkat çekerek…” (2008)
*Başbakan Erdoğan, "…Kesin söyleyemiyorum ama tahmini söylüyorum, bugün hala
Türkiye'de yüzde 40-45 kayıt dışı var'' (2011)
*Maliye Bakanı Naci Ağbal, “Kayıt dışı istihdam oranı geriledi. 2012 itibari ile
yüzde 52,1 olan oran 2015 itibari ile yüzde 33,6’ya geriledi” (2016)
*Hürriyet Gazetesi-Web "Türkiye kayıt dışı ekonomide birinci" (18.01.2016)