Hani "Devlet her vatandaşa şu kadar para verse" denir ya


Bir devlet vatandaşları için kaç para bulup harcayabilir?
Ya da vatandaşlar devletlerinin kendileri için kaç para harcamalarını bekleyebilir?
“Bütçe”sinde kaç para varsa ancak o kadar değil mi?
Çünkü bu sorunun en akıllıca cevabı “Bütçe”dir ve Devletin, bir tarafı gelecek parayı, diğer tarafı gidecek parayı gösteren belgesinin adı "Bütçe"dir.

Sorulur: Gelen gidene denk mi?
Bu günler için sorarsanız değil ve açığı tam bir felaket.
Her gelen ayda yeni bir "açık rekoru" kırılıyor.
Aslında -felaket dönemleri hariç- denk olması beklenir ama iktidarlar çoğu zaman, ellerine geçen ve asıl kaynağı “vergi” olan paradan daha çoğunu harcayıp ne kadar da “icraatçı” olduklarını göstermek eğilimindedirler.

Peki, o kadar paraları yoksa nasıl mı gösterecekler?
Tabii ki daha fazla harcayabilmek için ya “özelleştirme” deyip ellerindeki kamu mallarını satıp paraya çevirirler ya da tutarlar, içeriden dışarıdan borçlanırlar.
Bir başka anlatımla devlet ya “sermayeden” ya da “istikbalden” yani ileride eline geçeceğini var saydığı zamanların gelirlerinden yer ki, bu “ilerideki zaman” genellikle gelecek nesillere kadar uzar gider.

Çözüm mü bunlar?
Sıkıntılı zamanlar dışında sağlıklı ve sürekli başvurulacak bir çözüm değil tabii.
Çünkü ne devletin malları bitmez tükenmezdir ne de sonsuza kadar borçlanmak mümkündür.
Hele gelecek nesillerin kesesinden yemek, paranın da dışında bir başka tartışma konusudur.

Türkiye’de ne yazık ki yapılan “icraatlarının bedeli” her zaman bütçe gelirlerini çok çok aştığı için bir yandan eldeki kamu mallarını, işletmelerini satmış, diğer yandan sürekli borçlanmış ve nihayet bu ikisinde de adeta duvara dayanmıştır.
Yani zaten yetmeyen vergi gelirinin üzerine bugün, ne özelleştiriyoruz deyip satacak fazla bir şey kalmıştır ne de daha fazla borçlanma imkanı.

Şimdi buna rağmen “Devlet biraz daha icraat yapsın, mesela bu tertipten fakir fukara demeden her vatandaşına biraz “para dağıtsın” falan da denebilir örneğin.
Hani kabaca 84 milyon vatandaşına ayda sadece 1000 lira yani 150 dolarcıktan yıllık toplamı (150x12x84.000.000=) 151 milyar Amerikan dolarına ulaşan bir para gibi…

Var mı böyle bir şey?
Dört işlemi zayıf olanlar “neden olmasın ki?” de diyebilir şüphesiz ama onları da ikna edebilmek için, bu paranın bu günlerde kabaca, bizi iyice dara sokan dış borçlarımızın üçte biri kadar olduğunu söyleyelim.
Ya da bu paranın sadece üç yıllığının tüm dış borçlarımızı ikiye katlayabileceğini…

Ama nerede o para?
Haydi üç yılda bu günkü neslin torunların torunlarını da borçlandırdın, “biz dağıtalım onlar ödesin” dedin.
Memleketin tüm varlığını karşılık göstersen bile sana kimse vermez ki böyle bir borcu.

Rakamları biz de mi çok abarttık?
Bazı duyumlardan kaynaklıdır ama; haydi yine de inelim çok aşağılara ve hatta bunun onda birine...
Diyelim ki 84 milyon kişiye değil de sadece 8 milyonuna daha verdik bu parayı.
O da tuttu yılda 15 milyar dolar etti.
Zaten verilmiyor mu bu kadar? derseniz;
Evet, hatta biraz daha fazlası bile...
Çünkü toplumda öyle çaresizler, öyle yoksullar var ki “düzen” bile şimdiden bu kadarını veriyor.

Ondan fazlasını veremez mi peki?
Yani örneğin ikiye katlayıp 16 milyon kişiye ya da vatandaşların yüzde yirmisine falan…
Neden olmasın?
Varsa elinizde bir Telekom daha, bir Tekel daha, koyun üzerine 15 de şeker fabrikası falan; eğer alıcısını bulup bunların topunu birden satarsanız en azından birinci yılı kurtarırsınız.
Ama yok ki!

Ya daha fazla borçlanırsak?
Vallahi şu sıralar öyle bir 15 milyar dolarcık bulunsa, neredeyse şu ekonomik kriz atlatılacak.
Hani ara sıra IMF’in kapısına mı dayansak falan da deniyor ya; koca IMF bile, -bugün eline tüm ekonomiyi teslim etsen, ki o bunu ister- ancak bu kadar borç verebilir.
Üstelik bir de şartlar koşar: “Bak kıdem tazminatını kaldıracaksın, asgari ücreti düşüreceksin, kamu hizmetlerine, elektriğe, suya, gaza zam yapacak, hastaya bedava bakmayacak, önüne gelene para dağıtmayacaksın; ben gelip gidip bakacağım.”
O zaman da niye ve kim için isteyelim ki bu parayı?

Peki, kala kala ne kaldı geriye?
Servetleri vergilendirmek mi?
“Eşyanın tabiatına uymaz” denir ya…
Siyasetin de tabiatına uymaz. Piyasacılar yani kurulu düzenin hiçbir iktidarı kendi ayağına kurşun sıkmak demek olan bu işi yapmaz.
Yapacak olsa sermayeyi dışarı kaçırır, kimse yatırım yapmaz, işsizlik katlanır. Kaldı ki, yaşanan ekonomik sıkıntıda bırakın o sermayeyi, serveti daha fazla vergilendirmeyip ürkütmeyi; koca koca firmalar bile şu sıra “Resmen battık, devlet bize yardım etsin yoksa kapıya kilidi asıyoruz ha” diye feryad etmiyor mu?

Geçelim onu, gelelim tüketim üzerinden alınan KDV’ye.
KDV’yi arttırıp oradan biraz…?
Bu verginin “tüketen” herkesten yani zengininden fakirine herkesten alındığını, memlekette nüfusun çoğunluğunun zaten sıkıntıda olup bu vergiden çok fazla geliyor diye şikâyet ettiğini bilmez misiniz? KDV’nin biraz artması bu sızlanmaları daha da arttırmaz mı?
O zaman kimden alıp kime vereceksiniz? Oranları arttırdığınızda zaten sıkıntıda olan piyasada acaba tek bir yaprak kıpırdayabilecek midir?

Sonuç olarak; dert büyük, dertliler çok...
Hesabı kitabı bir kenara bırakıp “Devlet bulsun bir yerden herkese para dağıtsın” demek siyaseten kulağa hoş gelir de “Peki al eline kalemi de yap şunun bir hesabını, sonra göster kaynağını” dediğinizde bu söylemin içinin ne kadar boş, halkı rahatlatacak çözümün ne kadar yanlış yerlerde arandığını ve dolayısıyla nasıl da vakit kaybedildiğini gösterirsiniz.

Türkiye kendine yarayacak çözümü “paylaşım”dan önce “üretim”de aramak zorundadır.
Üretim olmayınca kazanç, kazanç olmayınca paylaşılacak bir şey olmaz.
Çok zorlarsanız en fazla "fakirliği" paylaşırsınız.

Gelin önce bu ekonominin nasıl olup da yeniden üretime dönebileceğini konuşalım.
Gelin önce bu ekonominin büyük zaafı olup çok düşük kalmış sermaye birikiminin nasıl sağlanacağını konuşalım.
Gelin önce sürekli borç aramanın dış siyasetteki yüksek maliyetini konuşalım.
Gelin Türkiye’nin kendi kendini beslemesine yetecek tarım ve hayvancılığı konuşalım.
Gelin vatandaşa para dağıtmayı değil onu iş sahibi yapmayı, işsizliği azaltmayı konuşalım.

Esnaf arasında “Olsa dükkân senin” diye bir laf vardır ya…
İşin aslı da aynen öyle: Ah keşke olsa da bol bol dağıtsak.
Yok...
O nedenle de dağıtamıyoruz ama galiba birileri daha şimdiden dağıtmaya başladı.