|
“Üç zaman sonra” karşımıza çıkacak on bir zor soru
Hani falcılar “olacağını söyledikleri” ama “ne
zaman olacağını bilemedikleri” durumlarda söylerler hep ya:
“Üç zamana kadar…”
Neden üç yıl, üç gün ya da üç saat değil de “üç zaman?
“Zaman” bu;
Kimine o “üç yıl” üç dakika gibi gelir, kimi için üç gün bile üç yıl
kadar uzun…
Yani bu iş biraz hayatın akışına bağlı.
Ama, eğer zaman gerçekten belirli bir yönde işliyorsa olacak olan her ne
ise onun “zamanı” bir gün mutlaka gelir ve ne zaman gelirse gelsin, o
geldiği an, bir şeyleri de doğrular.
*
“Sath-ı mail” derler, meyilli satıh, türkçesi “eğik düzlem”.
Eğik bir düzlem üzerine bırakılan eşyanın aşağıya yuvarlanmaya mahkûm
olması gibi, eğer bir olayda eğik düzleme girilmişse beklenen şeyler de
yuvarlana yuvarlana aşağılarda bir noktaya ulaşır.
Nereye?
Tabii ki yaslandığı “eğik düzlem” onu nereye kadar yuvarlayacaksa tam da
oraya kadar.
Peki…?
Dememiz o ki, bazı gelişmeler eğer bir “sath-ı mail”e girmişse, üç yıl,
üç ay, üç gün… her neyse, ama falcının dediği gibi üç zaman içerisinde
ve sonuçta, işler de o noktaya gelir.
Böyle bir durumda tabii ki “üç zaman” sonrasında, içinde bulunacağımız
koşulların, o koşulların doğuracağı sorunların ne olacağını anlamaya
çalışmak ve o üç zaman sonrasının sorunlarına şimdiden hazırlıklı olmak
gerekir.
Ne olabilir “üç zaman sonra” bizde mesela?
1.Türkiye, bütün dünyanın birlikte yaşadığı “ekonomik gerilemeyi” en
ağır biçimlerde yaşayan ülkelerden biridir. Adına her ne kadar “kriz”
dense de bu olay bizde bir “kriz geçiciliğinde” değil, adeta yapısal bir
değişikliktir. Çünkü bu girdaba kuvvetli bir ekonomiye girenlerle bizim
gibi sıkıntılı olarak girenler için o “üç zaman sonrası” asla aynı
olmayacaktır.
Peki şimdiden düşünelim o zaman; örneğin üç zaman sonra, özel ve kamusal
dış borçlar tümüyle “çevrilemez” duruma gelmişse Türkiye’de siyasetin o
günkü sahipleri ne yapacaktır?
2.Dış borç baskısı sürerken, içerideki bazı “yap işlet” sözleşmelerinden
kaynaklanan, uzun süreli ve toplamı bugün için olduğu gibi, üç zaman
sonra da hala ciddiyetini koruyacak olan dövizli ödemeler konusunda ne
yapılacaktır? Her şeye rağmen bir biçimde ödeme mi? Başka bir çözüm mü?
3.Dünyadaki ekonomik sıkıntılar, daha doğrusu “ekonomik gidişat” ileride
emek-yoğun üretimi şimdikinden daha da büyük açmazlara sokacak ve
üretimin düşmesiyle işsizlik hayli yükselecektir.
Ekonominin daralması, üretimin ve dolayısıyla istihdamın daralması
anlamına geldiği için başta emek yoğun ve düşük karlılıkla çalışan
sektörlerde kapanmalar, işten çıkarmalar artacak, yükselen işsizlik bir
şekilde çalışma şansı bulabilenlerin ücretlerini şimdikilerden daha
aşağıya çekecektir. Mevcut ekonomik modelde böyle durumlarda kanun ve
talimatla ücret yükseltilemeyeceğine göre, üç zaman sonra reelde düşmesi
beklenen ücretler konusunda siyaset işçilere dönüp ne söyleyecektir?
4.Dışarıdan istediği krediyi bulamayan, bulsa bile bunun faturası her
hal ve kârda hem ekonomik hem siyaseten daha ağır hissedilecek olan bir
ülkede; sınai üretimi sağlamak ithalata dayalı enerji, hammadde, yarı
mamul, teknoloji ve lisansla yürütmek daha zor olacak ve yeni bir çıkış
bulunamadığı takdirde ekonomide ciddi biçimde “daralma” yaşanacaktır.
Bu daralmada başta sanayicinin, ardından çalışanlarının hatta
tüketicinin refah talepleri nasıl karşılanacaktır? Bunun için siyasi bir
“çıkış” planı var mıdır?
5. “Gelişmekte olan” ülkeler her ne kadar kendilerinin “gelişmekte”
olduklarını söylerse söylesin, bu arada o gerçekten “gelişmiş ülkeler”
durmayıp daha da gelişmekte olduğu için aradaki gelişmişlik farkı bir
türlü kapanamamakta, daha doğrusu mesafe giderek açılmaktadır.
Gelişmişlikte en önde gelen ölçülerden birinin “eğitim” olduğu
tartışılamaz.
Bu konudaki açık “üç zaman sonra” artık kapatılamaz boyutlara geleceği
için Türkiye o gün gerilerde bir konuma mı razı olacak, yoksa
“gelişme”den kopmamak için “çok büyük bir atak” mı yapacaktır? O
günlerde elimizde böyle bir hazırlığımız olacak mıdır?
6.Türkiye’nin yetişmiş insan gücündeki ihtiyacı büyüktür. Ama ne yazık
ki çok zor şartlarda ve az sayıda yetiştirebildiğimiz “beyin”ler bile
elde tutulamamıştır. Yaşanan sıkıntıları ne olursa olsun, yarın daha
teknolojik hale gelecek olan bu dünyada, yeni beyinleri yetiştirmek
zemin ve zaman meselesi olduğuna göre, bugün ve üç zaman sonra adeta
ilacımız olabilecek dışarıdaki bu insanlarımızın -sadece çağırılması
değil- önemli ölçüde geri getirilebilmesi için bir model var mıdır?
Yoksa bu beyin ihtiyacı olumsuzluğunun giderek daha da
şiddetleneceğinden endişelenmeli değil miyiz?
7.Bir ülkenin kendi çıkarı doğrultusunda gelişebilmesi, o ülkenin
stratejik sektörlerinin yabancı sermayenin kazanç tercihleri ya da arka
planlardaki siyasi etkilerinden arınmış olmasına bağlıdır.
Bu günkü durumu anlamak için “En büyük 100 şirket, 500 şirket” gibi
tablolardaki sıralamalara bakmak, kaçının “dışarıdan” etkilendiğini
görmek yeterlidir.
Giderek “Önce biz” diyen, önce kendi çıkarını gözeten bu dünyada;
finanstan ulaştırmaya, sağlıktan enerjiye, hatta içki ve sigara gibi
dışarıya düzenli döviz akıttığımız sektörlerde bile -en azından
geçmişteki gibi- o stratejik sektörlerin yabancı sahipleri yerine biz
kendimiz, “kendi stratejimizin” sahibi olabilecek miyiz? Üç zaman sonra
bu alanda etkili bir gelişme görebilecek miyiz?
Bunun yanı sıra ulaşımda, eğitimde, sağlıkta vatandaşı “müşteri” haline
getiren ve “bir sosyal devlette asla olmaması gereken uygulamalar”
ortadan kaldırılıp yeniden “vatandaş temel hakkı” haline getirilebilecek
midir?
Bu dönüşüm mutlaka ciddi bir maliyet yükleyeceğine göre bunu
başarabilmek yani yeniden sosyal devlet olmak için yine aynı ciddiyette
bir adımı atılabilecek midir?
Üç zaman sonra bu konuyla ne kadar hazırlıklı bir siyaset olarak
karşılaşacağız?
8.İnsanlar çok şeylerden tasarruf edebilir, pek çok şeyden vazgeçebilir
ama “beslenme” konusu “olmazsa olmazlardandır. Özellikle on milyonlara
ulaşan yoksul kesimler için beslenme konusu, bir başka söyleyişle “açlık
tehlikesi” hayatidir ve Türkiye’nin “Gıdada kendine yeterli” yani kendi
ihtiyacını kendi yetiştirebilen, dışarıdan soğan, nohut, mercimek,
buğday ve böyle yüzlercesi gibi tarımsal; et gibi hayvansal gıdaları
ithal etmeyen ve buna döviz ödemek zorunda kalmayan bir düzeye gelmesi,
bu düzeyin yıllar içerisinde değişmeyecek kadar istikrarlı hale
getirilmesi büyük zorunluluktur.
“Üç zaman” sonra bu dengeyi sağlamak bir model ve planlama işi olduğuna
ve bunu yapabilmek bile zaman gerektirdiğine göre bu konuda
geliştirilmiş bir model, başlanmış çalışmalar var mıdır?
9.Türkiyede siyaset ne yazık ki “iktidara ulaşma” ya da “erişilmiş
iktidarı koruma” odaklı hale gelmiştir.
Bu durumun, “Demokrasi” yani “halkın idaresi” kavramı ile fazlaca
bağdaşan bir yanı yoktur. Demokrasinin tanımında bir biçimde iktidar
olmak ya da kazanılan iktidarı korumak için siyaset yapmak değil,
siyaseti halkın ihtiyaçlarına göre değişebilen nabzını tutmak, onun
dediğini yerine getirmek “görev”i olduğunu kabul etmek vardır.
Demokrasilerde “taban” siyasette bir görev vermişse; burada, alınan
yetkinin her şeye rağmen elde tutulması için değil, görevin yerine
getirilmesi için gayret etmek gerekir.
Dolayısıyla, alınan görevin yerine getirilmediği ya da getirilemediği
durumlarda bir siyasinin sadece kendini görevde tutmak gibi bir gayret
göstermemesi gerekir.
Bütün dünya gibi Türkiye de kritik bir dönemden geçmektedir.
Sıkıntı her an daha da büyümekte, artık “hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak” dendiğine göre de o salgın öncesi “normal” dediğimiz dünyaya
geri dönülecek değil, bugüne göre “a-normal” yani bambaşka bir dünyaya
dönüşülecektir.
Bunun sonucu, o hiç geri gelmeyecek olan “normal”i beklemek yerine,
Mevlana’nın dediği gibi siyasette “artık yeni şeyler söylemenin lazım
geldiğidir”.
Nitekim Yunanlı filozof Herakleitos “Aynı nehirde iki kere
yıkanamazsınız” dememiş midir?
Bu günlerde köprülerin altından hiçbir zaman görülmediği kadar çok ve
azgın sular akmaktadır.
Üç zaman sonra “yeni normaller” ortaya çıktığında ama “siyasetçi”
gerekeni yapamadığında o görevini, “bu işi yapacağına inanılanlara, yani
yeni şeyler söyleyecek olanlara” bırakmaya hazır olacak mıdır? Ya da
daha görevdeyken “ben başaramazsam daha şimdiden birilerine bu fırsatı
vermeye hazırım” diyecek midir?
10. Yüz yıl önce, bir imparatorluğun küllerinden doğup sadece kendi
insanının gücüne dayanarak ve üstelik yedi düvelle; hem cephede hem
masada dövüşerek kurulmuş bir ülkedir Türkiye.
Şimdiki varlığını da şairin dediği gibi, her inanç ve etnisiteden ama
sadece “vatanı için” toprağının altında “Sıra dağlar gibi yatanlara”
borçludur.
Ama şimdi Ortadoğu’dan, Asya’dan, Afrika’dan milyonlarca insan geliyor
ve gerek iklim, gerek geçim ve gerekse savaş şartlarında daha da gelmek
isteyenler olacak.
Peki hiç bu vatanı için dövüşmüş olanların bu günkü nesli ile kendi
vatanını darda bırakıp, kaçıp gelenler hatta bir ev parası verip
vatandaş olanlar hiç bir olur mu?
O gelenler daha başka yerlerin özlemiyle yanıp fırsatını bulduğunda
kendini sulara atmıyorlar mı?
Bu gelişmeler, gelen nüfusun yedirilip içirilmesinden eğitimine, yerli
halkın gelenlere tahammülüne kadar pek çok konuda bizi zora soktu.
Hatta kimi yerlerde demografik adalar oluşmaya başladı.
Eğer böyle bir gelişme olmasaydı, ekonomimiz bir de böyle bir yükü
yüklenmeyecek, iş hayatından nüfus yapısına kadar çok şey bu günkü kadar
zorlanmayacak, o kitleler için sarf edilen kaynaklar, en
yoksullarımızdan başlamak üzere bizim kendi halkımıza kullanılacaktı.
Bugün neredeyse “bir bulsak döviz sıkıntımız biter” denen 50 milyar
dolar dolayındaki kaynak sırf bu uğurda kullanıldı ve belki de “üç
zamana kadar” durum yine böyle devam edecek, bir bu kadar zamanda
üzerine bir 50 milyar dolar daha gerekecek, bu harcamalar bitmeyecektir.
Peki üç zaman sonrasında buna “tamam” mı, yoksa “devam” mı denecektir?
Bu eğer ciddi bir politika, ciddi bir planlama ile önlenebilecekse bu
soruya verilecek cevap şimdiden hazırlanmakta mıdır?
11. “Vatandaşlık” bu topraklarda yaşayan, “burayı vatan kabul eden”
herkesin en doğal hakkıdır. Dolayısıyla hiçbir “vatan”daşımızın
diğerinden farklı görülmemesi, herkesin aynı vatandaşlık hukukuna sahip
olup aynı vatandaş mutluluğunu yaşayabilmesi lazımdır.
Zor zamanlar “birlik” gerektirir.
Türkiye’de ne yazık ki aslında olması gereken bu tabloya tümüyle ters
düşen bazı anlayışlar gelişmektedir.
Ekonomi ve dolayısıyla siyasette; dünyanın, bölgenin ve ülkenin uzun
ince bir yolda gittiği bu günlerde yaşanan her olumsuz olay sorunun
biraz daha büyümesine yol açmakta, sıkıntıyı arttırmakta iken;
Peki “üç zaman sonra” günlük siyasi dengelerin değil ama doğru
“vatan”daşlık anlayışının gereği bir tavırla ve gereken “birliği”
sağlamak için, o kendilerine mesafe konulanlara sadece seçim zamanı ve
oy hesabıyla ve sessizce değil, “açık açık” kucak açılacak mıdır?
Baştan dedik ya; zaman denen şey izafidir.
Bazen o gelecek “Üç zaman” üç günden bile kısadır.
O “üç zamanda” kendilerine görev yüklenmiş olanlardan günü geldiğinde
hem şaşırmamaları hem de kimseyi şaşırtmamaları için şu sıraladığımız on
bir konuda hazırlıklı olup olmadıklarını sorup durumdan emin olmak
gerekmez mi?
|
|