|
Üretim yoksa işsizlik
işsizlik varsa açlık var
“Bir musibet bin nasihatten evladır (daha iyidir, üstündür)” atasözünü
biliyorsunuzdur şüphesiz...
Kurulu düzenin şartlandırmasından mıdır, nasihate kulak asmanın
insanların egosuna takıldığından mıdır bilinmez; ama şurası gerçek ki
musibetlerin acımasız dayatmaları nasihatlerden çok daha etkili oluyor.
Korono ile ağırlaşan ekonomik sıkıntılarla yüz yüze olduğumuz şu
günlerde lafı nereye getireceğimi tahmin etmişsinizdir.
Son darbeyi de koronanın indirmesiyle iyiden iyiye ortaya çıkıp kafalara
“dank eden” ekonomik gerileme, vereceği ızdırap bir yana belki de ömrü
hayatımızda görmediğimiz ve bundan sonra da kolay kolay göremeyeceğimiz
musibetlerin en öğreticisi olmalı.
Yaşam düzenimizi çok değiştirecek ve adeta bir milat gibi anılacak
şüphesiz... Ama şimdi daha başka nelere nelere mal olduğunu ve olacağını
bir kenara bırakıp sadece bazı önemli başlıklara bakalım:
1.Öteden beri satıp savarak, ele borçlanarak bizi "idare eden" düzen
için neredeyse artık deniz bitmiştir.
2.Uzun yıllardır süren “kazanmadan yeme, yedirme dönemi"nin ülkedeki
üretimi çok ağır bir biçimde zedelediği gerçeği bu gün ayan beyan
ortadadır.
3.Üretmeyen ekonominin bu güne kadar şu ya da bu ölçüde sağlayabildiği o
yetersiz istihdamın bile bu günlerde şiddetle daralacağı, eski
istihdamın bu güne ancak borçlanarak geldiği ortaya çıkmıştır.
Çünkü, halkın tüketiminden abartılmış kamu yatırımlarına kadar bütün
harcamaların ve dolayısıyla bu harcamaların yarattığı istihdamın kaynağı
kazanç değil genelde "borçlanma" olmuştur.
Bu günün düzeyindeki refaha yani tüketime imkân veren kaynaklar
tükenince, ne lüks inşaatlar ne gösterişli altyapı yatırımları ne
siyaseten şişirilmiş kadrolarla hatır istihdamı yapılamayacağı gibi,
borç harç dışarıdan satın alınan malların ticaret ve pazarlamasından
doğan istihdam da, abartılmış tüketime dayali hizmet sektörün de
çarkları henüz tam kilitlenmemiş olasa da artık dönme güçlüğüne
girmiştir.
4.Dünyanın hemen bütün ülkeleri, bu musibetle birlikte sadece “kendi”
can derdine düştüğü için kimsenin kimseye destek verme şansı da niyeti
de kalmamıştır. Kaldı ki verilen desteğin bedeli siyaseten teslimiyete
gidecek kadar ağır olur.
5.Bu musibet eğer her türlü sıkıntıya rağmen ata sözündeki gibi yine de
kendine getirici bir etki yaratacaksa, bu etki, "ekonomide aklını başına
toplama fırsatı”dır ve bu da ancak durumu en iyi değerlendirip bir an
önce harekete geçenler için söz konusu olacaktır.
Dolayısıyla şimdi; bizi bu günkü duruma getiren koşulların en acımasız
ve önyargısız bir biçimde irdelenmesi, günlük siyasi hesaplardan
arınılması, popülizmin siyaset aracı olarak kullanılmaktan vaz geçilmesi
gerekmektedir.
Kurtuluş, eski ve çoğu da dayatılmış ezberlerin bırakılıp oyunun artık
sadece yeni ve bu toprakların kurallarına göre oynanabilmesine bağlıdır.
*
Şimdi "iş var" diye çıkın meydana, en az on milyon kişi meydana
fırlayacaktır.
Bu ölçüde işsizliğin kol gezdiği bir ülkede birinci sorun açlıktır.
Açlığın çaresi de istihdam yani en azından karın doyurmaya yetecek bir
iş.
Türkiye, içinde bulunduğu bu durum dolayısıyla öncelikle üretimi yoluna
koymak zorundadır.
Üretimi yoluna koymak her şeyden önce istihdamı yoluna koymak demektir.
Çünkü karın doyuracak ücretin kaynağı istihdam, istihdamın kaynağı
üretimdir.
Planlanacak üretimin kısmen ihracata dönük olması hoş bir düşünce olsa
da, kaynakların sınırlılığı ve bu günün aciliyeti dolayısıyla önceliğin;
ithal ikamesi yani önceden ithal edilen mal ve hizmetlerin mümkün olduğu
ölçüde içeride üretmesine ve iç tüketime, özellikle gıda işine
yöneltilmesine verilmesi uygun olacaktır.
Dünyanın ve ekonominin bu koşullarında, adeta devrim niteliğinde çok
sıkı bir üretim sıçraması yapmadan; özelleştirme görüntüsüyle
memleketten bir şeyler satarak, birilerine borçlanarak ve hele de
tüketimi kısmadan, önceliği olmayan yatırımları sürdürmeye çalışarak bir
sonuç alma şansı yoktur. Bunda ısrar etmek ve oyalanmak, bırakalım
fırsatı bir kenara; şu andaki durumdan daha da gerilere düşmeye yol
açacaktır.
Üretimi hamlesinin başlatılması, iç tüketimin karşılanması, ithal
ikamesi ve olabildiği kadar ihracat yapılabilmesi artık o eski koşulları
ortadan kalkmış olan küreselcilik aldatmacalı ve korunmasız açık pazar
ekonomisi ile değil ancak ve sadece bu konuda ciddi çalışmalarla
şekillenebilecek ulusal "makro planlama"lar ile mümkündür.
Planlama hesaplamadır, yön tayinidir, disiplindir.
Bu yeni koşullarda planlama yoksa zaten bir çıkış ümidi de yoktur.
Yapılacak makro planlamada mutlaka ve mutlaka önce tarım ve hayvancılık
yani önce gıda kaynaklarımız ve dolayısıyla gıda sanayii ele
alınmalıdır. Bu tercih ayrıca büyük şehirlerin nüfustan başlayarak
altyapı ihtiyacına kadar pek çok yükünü de hafifletecektir.
Türkiye’de başlatılacak bir üretim seferberliği, aynı zamanda istihdam
seferberliğidir demiştik...
Eğer işsizliğin sonucu açlıksa ve bu açlığın faturası bir noktadan sonra
kamunun kapısına dayanacaksa, insanların karnını doyurabilmenin en
öncelikli ve doğru yolu, onları en kısa zamanda ve piyasa
yatırımcılarının ticaret heveslerini beklemeden bir biçimde istihdama
sevk etmektir. Bu da tartışmasız bir biçimde, doğrudan ya da dolaylı
“planlı” kamu projeleri ile olabilecektir.
Üretimde ölçek büyüklüğü her zaman maliyet belirleyicidir.
Türkiye'de ise tarımsal işletme ölçekleri oldukça düşüktür.
Oysa verimi ilk aşamada yükseltebilmek için o küçük küçük tarımsal
alanlarla büyük büyük ölçeklere ulaşmak gerekmektedir.
Tarım ve hayvancılıkta, toprak sahipliliğine, arazi toplulaştırmasına
gerek kalmaksızın, arazilerin değil doğrudan “ekim-dikimin, hayvan
yetiştiriciliğin toplulaştırılmasına” gidilmeli ve böylece büyük
ölçeklere geçilmelidir.
Toplulaştırma işi tabii ki insanların sadece mülkiyet tercihlerine,
sadece piyasanın kendi dengelerine bırakılamaz. Çözüm buradan
başlayacaksa, burada kamunun doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ama
hızla bu organizasyonları oluşturması şarttır. Bu teşvikle de olabilir
şu ya da bu şekilde kamu girişimi ile de.
Toplulaştırmanın benimsetilmesi ve başarıya ulaşılabilmesi için "girdi
tedariki"nde kolaylık ve ucuzlukla birlikte ürüne alım garantisi
verilmesi çok etkili ve yaygınlaştırılması gereken bir yöntemdir.
Ekenler, dikenler ve besleyenler sonuçta üretimlerinin maliyetlerini
kaldırabileceklerini, ürünlerinin belirli bir fiyattan satın
alınacağını, kendilerinin asla bir gecede alınan kararlarla ithal ürün
rekabeti karşısında çaresiz bırakılmayacaklarını bilmelidirler.
Bu modelde, satın alma garantileri elbette bir kısım ürünün tüketiciye
doğrudan ya da dolaylı biçimde kamu eliyle kullanımı ya da dağıtımını da
getirecektir. romantik piyasacılık endişeleriyle bundan kaçınmak şu
safhada açıkça üretimin önünü tıkayacaktır ki aslında bu müdahaleyle bir
taraftan da tüketici korunmaktadır.
Bu müdahalede amaç asla özel yatırımcılık ve işletmeciliği reddetme,
onunla rekabet etme anlamında değildir. Amaç, özel sektörün isteksiz ve
gecikmeli davrandığı sektör ve konularda hızla yatırım ve üretimi
organize etmek, acilen istihdamın önünü açmaktır.
Özel yatırım ve girişimciliğin gücü özellikle dış piyasada önünün
açılmasıyla, ona bir de istihdam üzerinden alınan vergilerin maliyetinin
yüklenmesiyle arttırılmalıdır.
İşletmelerde istihdam üzerinden alınan vergiler (ücret stopaj, sigorta
primi, damga vergisi, işsizlik fonu vs.) çok açıktır ki çalışanların ve
çalıştırılanların ve dolayısıyla “istihdamın” yükünü, istihdamın yükü de
o mal ve hizmetin üretim maliyetini arttırır. Bu artan maliyetler
ithalatı cazip kılıp ihracat şansını etkiler.
Bir ekonomide hem işsizlik ve üretimsizlik, hem üretim ve istihdam
üzerinde ağır vergiler varsa ortada ekonomi yönetimi açısından bir
politikasızlık var demektir. Devlet ülkedeki üretim ve istihdamın önü
açacaksa ilk yapacağı iş istihdam üzerine bindirdiği vergileri
indirmektir.
Türkiye maalesef bugüne kadar kendini bu çelişkili politikalardan yani
politikasızlıktan kurtaramamış, kayıtlı istihdamı ağır vergilendirerek
üretimde yüksek maliyetlere, aynı zamanda kayıt dışılığa, dolayısıyla
denetimsizliğe, hukuksuzluğa imkân vermiştir. Oysa kaldırın bu ağır
yükü; kayıt dışılığın cazibesi ve bir bakıma mecburiyeti kendiliğinden
kalkacak, kurumlaşması artacaktır.
Türkiye'de teknolojik üretim ve kalifiye istihdam konusunda büyük bir
sıkıntı vardır. Politikacılar zaman zaman “orta gelir tuzağı”ndan
şikayet etmektedirler.
Bu düzende teknolojik üretim, arge çalışmaları ancak kalifiye elemanla
yapılıyorsa ve kalifiye eleman istihdamı da ona yüksek ücret ödemekle
mümkünse, devletin bu ücretler üzerinden israrla yüksek istihdam
vergileri almaya devam etmesi ve bunu vergi adaletçiliği sanması
yanlıştır.
Ama ne yazık ki popülist uygulama hep alt gelir gruplarının ve
dolayısıyla basit işlerde çalışanların ücretlerinde indirim üzerine
yoğunlaşır, muhalefet hep bunun peşinde olur da kalifiye personel
istihdamının şartlarında bir iyileştirme yapmaz, sonra da beyin
göçünden, orta gelir tuzağından söz edilir.
Bu yanlış uygulama, teknolojik üretim ve araştırma-geliştirme işlerinde
çalışanların istihdam yükünün ağır biçimde ihmal edilmesi sonucunu
yaratmıştır. Oysa bu alanlarda çalışanların bordrosuna bindirilen her
kamusal yük, o alanlardaki üretimin maliyetini arttıracağı için
gelişimini engellemektedir.
Bu nedenle "istihdam ve dolayısıyla üretim maliyetleri üzerindeki yükün
ağırlığı"ndan söz ederken kastımız, sadece kol kuvveti ağırlıklı
standart üretim örneğin konfeksiyonculuk, madencilik gibi düz işçilikli
değil teknolojik üretimde çalışanlar üzerindeki yükün de
kaldırılmasıdır.
Ve... bir musibet bin nasihatten evladır denirdi ya; o musibet yeni
koşullar yeni bir düzen arayışları getirecektir şüphesiz.
Türkiye eğer şimdi bütün bu anlatılanlarda mutabık kalıp kararlılığını
gösterecek, topluma iyileştirme yönünde açık bir taahhütte bulunacaksa,
o zaman, yukarıdaki konuları da içeren “ekonomik anayasa” anlayışında
bazı model arayışlarına ve bunu sağlayacak "köktenci" düzenlemelere de
gitmelidir derim..
|
|