|
Siyaseti ve ticareti besleyen
inşaat sektörü şiddetle kan kaybederken
Aslında anlaşılması çok da zor olmamalı;
Bir ülkede yasak ya da denetim altında olan bir işi bir anda serbest
bırakır, önünü açarsanız o konuda hemen bir hareketlilik başlar,
“piyasa” açılır.
Hangi işi aklınıza getirirseniz getirin, hepsinde öyledir.
Çünkü yasak ve denetim daha öncesinde bu işlerin önünü tıkamış ya da
sınırlamıştır.
Tıpkı bir akarsuyun önündeki baraj gibi.
Kendi halinde akan bir nehrin üzerine gider baraj yaparsınız, sular
arkasında birikir; barajı yıkarsınız o sular bir süreliğine eskisinden
daha coşkun ve kendi keyfince akar gider.
Durum inşaat ve ticaret sektörü için de böyledir.
Bu durum bir bakıma Türkiye’nin son yıllardaki siyasi-ekonomik
macerasının da değişik bir açıklamasıdır.
*
Türkiye, hani o “Çıktık açık alınla” diye başarı marşını söylediğimiz
yıllarda başlayıp şimdiki iktidarın iş başına geldiği yıllara kadar iyi
kötü belli bir düzen ve tabii ki o düzenin gerektirdiği bazı kurallara
uyarak geldi.
Neydi bunlar?
-Bu kadar açık ihlaller yapılamıyordu, yerleşik kuralları vardı
devletin.
-İktidarlar rant dağıtım merkezi gibi çalışmıyordu.
-Şehirlerin yapısı bu kadar gözden çıkarılmamış, yapılaşma yani inşaat
işleri bu gün bu işe bizzat yol verenlerin bile “bu kadar da yapılmaz
ki” dedikleri kadar, hatta kendi deyimleriyle “ihanet derecesinde”
inşaat sektörünün ve onun beslediği siyasetin kazanç hırsına terk
edilmemişti.
*
İşte o "kurallı" günlerden sonra yeni bir dönem başladı ülkede:
“Yeni” anlayış, bir şeylerin hıncını alırcasına eski kuralların hepsini
göz ardı etti.
-“Hukuk nedir ki?” deniyor, nasıl lazımsa öyle yorumlanıyor,
yapılandırılıyor ve yönlendiriliyordu.
-Siyasi gücün ekonomik güçten geçtiği bilindiği için, hemen her fırsatta
“yandaş” ya da “çıkarı gereği” yandaşlığı kabullenen “kesim”in
güçlenmesi ve bu güçlenme uğruna iktidara daha fazla bağlanması için her
türlü fırsat yaratılıyordu.
-Yandaş kayırmanın en kolay yolu ve rantın en büyük kaynağı “imar” yani
“inşaat” olduğundan belirli sayıda müteahhidin ve onların taşeronu
konumundaki irili ufaklı pek çok müteahhidin -şehirleri katletmesi,
başta trafik olmak üzere şehir yaşamını altüst etmesi bahasına- onlara
her türlü inşaat yapma fırsatı yaratılmıştı.
Artık imar mevzuatı, tarihi eserlerin, doğal hayatın ve çevrenin
korunması için aklın gereği, genel kabul görmüş hiçbir kural
çalışmıyordu.
Bu duruma o kadar sarılınmıştı ki; Ankara’dan “yapılsın” denildiğinde o
inşaatın önünde ne bir kimse, ne bir kural ve ne bir kurum; artık hiçbir
şey duramıyordu.
*
İşin kötüsü, kendisi aslında yoksulluk sınırı içinde debelenen geniş bir
kesim, bu kuralsız inşaat furyasının yarattığı “Ucubeleri” gördükçe
ülkenin bayağı kalkındığına inanıyor ve onların bu inancı siyasetin
işine geliyordu.
Tabii, inşaat sektöründeki parlama diğer sektörleri ve elektrikçisinden
muslukçusuna, nakliyecisinden tekstilcisine kadar pek çoğuna “bu imar
selinden kütük kapma” şansı da verdiği için kitlelere işin yanlışını
anlatmak zordu.
Hele ki bu furyadan yani emlak pazarlamasından büyük reklam geliri elde
eden medyamızın da “durum”dan hayli memnun olması farklı yorumlara
itibar etmemesi karşısında…
Ama gelin görün ki, "baraj yıkmakla" coşturulan suların, ticaret ve
siyaseti ancak bir yere kadar götürebileceği kaçınılmaz bir gerçekti.
O sular bir gün çekilecekti.
-Şehirler bir yere kadar çarpıtılabilir,
-Trafik bir yere kadar sıkıştırılabilir,
-Üretilen konutlar bir yere kadar alıcı bulabilirdi.
Şehirler artık yaşanmaz hale getirilirken, önce gerçek anlamda “şehirli”
ve elinde biraz imkanı olanlar yavaş yavaş daha yaşanabilir yerlere
göçmeye başladılar.
Ama terkettikleri yerleri süratle “dışarıdan” doldurulmakta olduğu ve
bunun yanı sıra orta doğudaki arap nüfus ciddi bir talep yarattığı için
şehrin giderek yaşanmaz hale gelmekte olması dolayısıyla başlarda konut
sektörünü pek fazla etkilemedi.
Şehir kötülemiş, demografisi yani nüfus yapısı değişmişti.
Bu yeni “şehirliler” bu şartlarda bile kendini kötü hissetmedikleri için
müteahhitlerin işi hala bozulmamıştı.
*
Bu bir dönem içindi, geçiciydi...
Göç ve hızlı nüfus artışından bile daha yüksek oranda büyüyen inşaat
sektörü, bundan üç-beş yıl öncesinde ufaktan “satamamak”tan şikayet
etmeye başladı.
Konut stoku hissedilir biçimde şişmeye, bu şişkinliğin maliyeti
taşınamamaya başlanmıştı.
Kolay kazanacağını, bu kazancın arkasının kesilmeyeceğini düşünen ama
-hadi boyundan demeyelim- ama öz sermayesinden ve deneyiminden çok daha
büyük işlere soyunanların kullandıkları banka kredileri ciddi bir sorun
haline gelmişti.
“Kabahat bankaların yüksek faizlerinde” diye mazeretlere sığınılıp
anlatılsa da işin aslı, maliyetler yükselirken satışların düşmeye
başlamasıydı.
Önce vergi indirimiyle bir hayat öpücüğü konduruldu.
Bankalar daha fazla kredi verecek dendi, diş geçirilebilenler zorlandı.
Mülk alana vatandaşlık verildi, yabancıdan KDV istemeyiz dendi.
Yetmedi tabii...
Bazılarına “çılgın” gibi gelse de “Ankara” bu sıkıntıyı, kamu
yatırımlarına yüklenmekle -en azından bir süreliğine- ötelemeye çalıştı.
Öyle ya, konut üretildiğinde bunun bir de alıcısını bulmak lazımdı ama
kamu yatırımlarının yani hava alanı, tünel, köprü, restorasyon gibi
işlerin hemen bir alıcısı olmasına gerek yoktu.
“Siyaset kurumu” nasıl olsa onları hem bu günün insanlarına hem gelecek
nesillere bir biçimde aldırtıyordu.
O tertip kamu yatırımları, kısmen devletin parası ile karşılandı.
Yetmediği işlerde “İleride halkımız öder, ödemeyin ne yapabilir ki”
denip “parasızlık dönemlerinin ünlü formülü” Yap-İşlet-devret modeliyle
büyük kamu yatırımlarına gidildi.
Ve... bu günler itibariyle ve her şeye rağmen :
-Konut stokları iyiden iyiye şiştiği için müteahhitler ve konut
sektörünün sürüklediği diğer yüzlerce sektör sıkıntıda.
-Devlet tarafından doğrudan finanse edilme işlerinde darboğaz yaşanıyor;
çünkü ne özelleştirme diye satılacak fazla bir şey kaldı ne de
vergilerde esaslı bir artış yapılmadan bütçenin bu harcamaları
kaldırabilme gücü.
-Yap işlet devret modeli, yurttaşı müşteri haline getirip gelecek
nesilleri borçlandırsa da, doğru kullanıldığında, halkça benimsendiğinde
yine de bir çözüm olabilirdi belki ama; yapılan “hesaplar”ın çok açık
yanlışları ortaya çıkınca bu yol da sıkıntıya girdi.
-Güneyimizde ve orta doğuda başlayan durulma Türkiye’den mülk edinme
furyasını kesti.
Hatta bu furya sert bir geri dönüşe neden olup “alış”lar hızla
“satış”lara dönüşürse konut piyasasını beklenenden daha da olumsuz
etkileyebilecek.
-Savaş dolayısıyla Türkiye’ye gelenlerin konut sektörüne etkisi sadece
buradan konut satın almalarıyla sınırlı değil tabii.
Bundan daha geniş etkiler “konut kiralama”da görülüyordu.
Büyük kentlere, yerine göre on bin hatta yüz binlerce aile gelince
bunların talebi konut kiralarını hayli arttırmıştı.
Bu hazır kiracı ile yüksek kiralar karşısında konut fiyatları da
yükselmiş, konut talebi etkilenmişti. Olay tersine döndüğünde konut
sektörünün bir de buradan sıkıntı yaşaması doğaldı.
-Sona gelmede belki de en etkili unsur, “likidite tercihi” yani parayı
elde tutmayı, konuta yatırmaya tercih etmekti...
Düşünülürse, insanlar iki nedenle konut edinir:
-Birincisi ihtiyaçlar dolayısıyladır. Bu ihtiyaç kabaca nüfus artış hızı
kadardır denebilir.
-İkincisi, “spekülatif”tir. Yani “ihtiyacım yok ama alacağım konut bir
süre sonra elimdeki paradan daha fazla değer kazanacak, oturmasam,
kiraya vermesem bile alayım, konuttan para kazanayım” düşüncesi.
Ama görülüyor ki ekonominin başında dolanan kara bulutlar -ki bunlara en
son bize ciddi bir yaptırım yükleyecek olan Zarraf davası eklenmiştir-
insanların inancını konut, edinmekten dövize ya da en azından nakitte
kalmaya çevirmiştir.
*
Bütün bunları bir gün mutlaka “olacaktır” diye daha önce de söylemiş,
yazmıştık.
Ama iş öyle bir aşamaya geldi ki; sanki bunları biz yapmışız da onlar
hep karşı çıkmış gibi, bu işin gerçek sorumluları da son zamanda aynı
şeyleri söylemeye başladılar.
Birileri hariç: Satışlar ne kadar düşerse reklama o kadar ihtiyaç
duyulduğu ve reklamdan böyle zamanlarda iyi para kazanıldığı için bu
reklamları yayıp para kazanan medyamız…
Onlar "haber" ve "yorum"larında hala ekonominin bu acı gerçeğini
görmezden gelmeyi sürdürüyorlar.
Ve dolayısıyla kamuoyu işin aslını öğrenmekte biraz gecikiyor.
Bütün bunlara rağmen bazı meslek örgütleri artık kendi raporlarında da
olsa “yaradana sığınıp” sıkıntılarını açıkça ortaya koymaya başladılar.
Merak edenler bunlara kolayca ulaşabilir, ulaşamayanlara biz de yardımcı
olabiliriz.
Şimdi maalesef önümüzde herkesin gerçek durumu kavraması, kendi hesabını
yapması gereken çok sıkıntılı bir dönem var.
Ve ekonomimizin tepesinde dolaşan o kara bulutlar sanırım öncelikle bu
“furya”nın yarattığı inşaat sektörünün yüksek tepelerine yağdıracak
yağmurunu.
Bir süredir birlikte kazananlar şimdi haliyle birlikte ıslanacaklar.
Gerisi mi?
Bu koşullar başka hangi tepeleri yaratmışsa derece derece onlar da
tabii.
Ya “diğer insanlar” biz sıradan yurttaşlar diyeceksiniz…
Onlarınki, Nazım’ın Kuvva-i Milliye Destanındaki Kartallı Kazım’ın
durumu aynen:
Ne diyordu büyük usta?
“Dövüştü pir aşkına,
Yaralandı birkaç kere
Ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
Ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan...
|
|