|
Hamasetle siyaset acaba politikacının
kendi düşüncesini de mi kısırlaştırıyor?
Kendisinin o taraftan ya da bu taraftan olduğu çok önemli değil;
Siyasetçi çıkmış ağız dolusu bağırıyor:
Bu vatan, bu millet…
Gerisinde somut, dişe dokunur bir tespit, bir öneri yok.
“Hamaset”
Yani halkın vatanseverlik, yiğitlik, kahramanlık, inanç konularındaki
duygularını harekete geçirerek heyecan ve dolayısıyla taraftar yaratmak
ama daha da ileriye gidememek.
Bir tutam “asıl laf”ın arasına beş tutam da bundan katıp boyun
damarlarını şişirecek kadar da bağırdığında; her “es” verdiği an
karşısındaki kitle başlıyor tezahürata.
“Biz senin için ölürüz”
Hele içlerinde “ateşleyici”, “işin zamanlamasını ayarlamakla görevli”
adamları da varsa…
İyi be kardeşim de, senin bu arkadaşın peşine düşmekteki derdin ölmek
miydi yoksa daha iyi yaşamak mı?
*
“Hamaset”le siyaset yapmak yararlı bir şey midir acaba?
Partiler günlük işlerinde bunu becerebilen adamları pek sever ama bu
insanları “gaza getirmeye yarayan nutuk” işe yarar bir şey midir?
Karşınızdakiler “halk” yani “sıradan insanlar” olduğunda belki de
onların ilgisini çekmek, söylenenlerin kendilerine ulaşabileceği bir
ortam yaratmak, havayı ısıtmak için bir ölçüye kadar gerekli
görülebilir.
Ama aynen bir yemeğe konan tuz-biber örneği, kararında kaldığında iyidir
de; ölçü biraz “kaçırılınca” o söylenenlerin neredeyse tamamı “yenir
yutulur” olmaktan çıkar.
Hele bu işler bazı siyasetçilerin “tarzı” olup ağzını açtığı her yerde
bangır bangır tekrarlandığında…
Eğer birkaç kez üst üste dinlemiş ve daha ilk dinlediğinizde onun
sözlerinde pek bir hikmet bulunmadığını fark etmişseniz, tekrarlanan her
lafı adeta bir işkenceye dönüşür.
Beyninizde çınlar…
“Eyvah” dersiniz; yine “havadan sudan anlatıyor”, yine bayıyor, sıkıyor.
Haydi, bu tarz-ı siyaset aslında nelerin konuşulması gerektiğini
bilenleri sıkıyor, ona bir şey vermiyor da; acaba kolay kolay ateş
almayan geniş kitleleri heyecanlandırmak, dalgalandırmakla siyasetin
pratiğinde oldukça işe yaramıyor mu?
Pek bilemiyorum.
Yarar diyenler de vardır ama, yaramayabilir de…
Şimdiki MHP’nin kökeni olan CKMP’nin o zamanlardaki lideri Osman
Bölükbaşı için anlatılır:
Kürsüye çıktı mı ağzından bal damlar, mitingleri acaip adam toplar ve
meydanları her zaman dalgalandırırmış ama iş seçime gelince beklendiği
kadar oy çıkmazmış.
Kendisi de bunun üzerine ‘‘Sizin harmanınız büyük de, taneniz çıkmıyor…
Burada beni dinlerken aşka gelip Rahman’ı (Allah’ı) alkışlarsınız,
sandık başına gidince şeytana sarılırsınız.’’ yani karşı tarafa oy
veririniz dermiş.
Tam da hamaset-sonuç ilişkisi.
Bunun böyle olduğunu bile bile niye sürdürülür peki bu tarz diye de
düşünmüşümdür;
Acaba Osman Bölükbaşı siyasetin daha çok bu tarafını mı severdi?.
Belli ki kitleleri toplayıp onları coşturmak onları aynı ölçüde sandığa
yansıtmıyor her zaman. İnsanları toplayıp coşturan bazı sözler o
toplantının heyecanı geçtikten sonra bütün ağırlığını kaybediyor ve
geriye sadece boşluğu kalıyor.
Bunun nedeni “kitle psikolojisi”nden sıyrılan insanların tek başına
kaldıklarında kolayca bunun etkisinden kurtuluyor olmaları mıdır?
Yaşamın gerçeklerinin dayatması karşısında hamasi lafların “uçuculuğu”
mudur?
Doğrusu söylemek zor.
İşin “Kitleler” ile ilgili tarafı bu durumda da; “asıl sorun” alkışla
yetinen hamasi siyasetçinin sonunda başarısızlığa mahkum olması.
Neden derseniz; adam sürekli “meydanlarda iyi satan” yani halktan daha
çok alkış alan konular içinde dolanınca, bir süre sonra kendi düşünce
dünyası da bu konular ve buralarda ileri sürdüğü çözümlerle
şekillenmeye, sınırlanmaya, toplumun asıl dertlerinden, o çözüm bekleyen
asıl konuların ileri detaylarından uzaklaşmaya başlıyor.
Bizim gibi “akıl”ın yerine “nakili” benimseyen toplumlarda işler giderek
sarpa sararken, işin içinden çıkacak feraseti taşımayan sıradan
siyasetçiler maalesef her adımda biraz daha “dön baba dönelim” havasına
giriyor, sonra da en can alıcı konularda bile toplumda bir bezginlik,
bir ilgisizlik, bir sahipsizliktir gidiyor.
En uydur kaydır dizi filmlerin dahi bu ülkenin sorunlarından daha fazla
ilgi görüp konuşulduğu gerçeği şimdi geldiğimiz durumu bütün
çıplaklığıyla ortaya koymuyor mu?
Dolayısıyla durum tatsız.
Şimdiki amansız dünya şartlarında bile hala hamasete dayalı siyaset
karşısında, bu günden yarına umutla bakabilmek biraz fazla iyimserlik
gibi gelmiyor mu size de?
*
Döviz yine hızlı bir “yükselme” dönemine girdi.
Sanayi ürününden gıdasına kadar hemen her şeyin büyük bir yüzdesi
ithalata bağımlı.
“İthalat” denen işlem, bir malı dışarıdan sadece “döviz ödeyerek satın
alabilmek” ise ve bu satın almalarımızın bedeli adeta saat saat ne kadar
yükseldiğini sorguladığımız dövizin kuruna bağlıysa; ortada bu kurların
yükselme hızına eş “bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete” dedirtecek
ciddi bir “dehşet yolculuğu” yok mudur?
Kurlardaki her bir kuruşluk artış aynı zamanda bizim cebimizden "düşen"
bir kuruş değil midir?
Bu düşüşten en fazla zarar görenler; bu toplumun en dirençsiz kitlesi
olan işsizler, işi olan ama geçinemeyenler, diplerde gezen esnaf, emekli
yurttaşımız, çiftçimiz, köylümüz değil midir?
Bunların ülke nüfusundaki yüzdesi kolayca bir iktidarı yola getirecek,
olmazsa indirip, inandırıcı bir muhalefeti başa getirecek büyüklükte
değil midir?
Öyleyse niye bunlar en azından bir dizi film, bir tv programı kadar konu
olmuyor, toplumu harekete geçirecek kadar konuşulmuyor ve anlatılmıyor?
Haydi halkımızın durumu bu; “Atalet” içlere sinmiş de; bu işleri en iyi
ben bilirim, ben yönetirim diyen siyaset dünyası niye hala şu hamaset ve
kolaycılıklardan kurtulup önümüzü açamıyor?
Kendi dillerindeki hamaset galiba giderek onların da beyinlerine
yerleşiyor diyebilir miyiz?
“Hani bir şeyi kırk kere söyleyince…” diye bir söz var ya; acaba
siyasetçilerimiz her gittiği yerde aynı konularda ve hep aynı şeyleri
söyleye söyleye artık kendi söylediklerine kendisi de inanıp sonunda
aynı düşünce sarmalının içine mi düşüyor, siz ne dersiniz?
|
|