Vergiler ve en az bir süre daha yamalı pantolonla gezmek



Vergi politikasından yola çıkarak “Bu ülkede işsizliği azaltmak için ne yapmalı” konusundaki düşüncelerimi anlatmaya çalıştığım önceki köşe yazım hakkında bir sevgili dostum serzenişte bulunup altına şöyle yazmıştı:
“Sistemin tümü gayri adil ve kötüdür.
“Yama yapmakla düzelmez. Yunus Emre'yi anımsayalım;
Bir bağ ki viran ola, içi dikenle dola;
Ayıklamak neylesin, ateşle yakmayınca"
Doğru söze ne denir ki…
“Yama yapmakla düzelmez”
'Yama'nın ne olup ne olmadığını çocukluk yıllarında yamalı pantolonla gezmek durumunda kalmış bizim nesil çok iyi bilir. Ama gelin görün ki insanlar yeni pantolon alamadığı zaman orasını burasını yamattırıp “koşullar uygun olana kadar” öyle gezmek zorunda kalabiliyor.
Ve şüphesiz toplumlar da.
*
Biz o zaman, yarınlarda daha çok gündeme gelecek bu tür tartışmalara hazırlık olmak için “tavrımızı” şimdiden ve net bir biçimde ortaya koyalım :
Bu gün için Türkiye’de “Gidişat”ın iyi yolda olduğu konusunda hala “duygusal”lığını sürdürenler siyaseten oldukça ağırlıktalar.
Ve onlar “Bundan iyisi Şam’da kayısı” demeye, bu “duygusal”lıklarını etrafa yaymaya gayret ediyorlar.
Ama ne yazık ki gerçekte durum Yunus Emre’nin söylediği “Viran bağ”dan pek de farklı değil.
Doğruyu konuşmak ve konuya "damardan" girmek gerekirse, Türkiye’nin bu günlere gelmesine yol açan değişimlerin grafiği daha 1946’larda falan büyük bir kırılma gösteriyor:
Bunda şüphesiz Dünya’nın o günkü koşullarının belli bir payı olduğunu da kabul ederek söyleyelim ki;
Türkiye, o tarihlerde siyaseten batı blokuna yakın görünmek, biraz da parasal olarak destek almak amacıyla ekonomisini ve dolayısıyla maliyesini “Büyük patron”a teslim ediyor.
Bilindiği gibi şu anda “orta gelir tuzağı” falan da denen, üretimsiz, işsizliği yüksek, sıcak paraya muhtaç, tüketimi arttıkça “bak büyüme yükseliyor” denen ama o büyüyen “işini” de borç harç büyüten bu ekonominin içerisinde hareket ettiği “dış çerçeve” 1945-1947 yılları arasında kurulmuş IMF, Dünya Bankası, OECD ve bunların türevleri olan bazı kurumlardan oluşmaktadır.
Ve o zamandan bu zamana, Türkiye’nin bütün hareket alanı, önünde sonunda küresel kapitalizmin yani bu çerçevenin içidir.
Ve küresel kapitalizm bizi "üretici" değil "tüketici" ya da "müşterisi" olarak görür.
*
Bu sadece bizim tesbitimiz mi?
Değil tabii…
Bakın sanayileşmesini oldukça yüksek düzeylere çıkartmış, Avrupa ülkelerinin pek çoğunu peşine takmış bir ülkede; Almanya’da, Sosyal demokrasi konusunda dersini iyi çalışmış, bu konularda dünyaca ünlü bir sosyal demokrat lideri Willy Brandt’ı yetiştirmiş, yaşayarak neyin ne olduğunu öğrenmiş deneyimli bir ülkede, Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin 28 Ekim 2007 tarihindeki Hamburg Federal Kurultayı’nda kabul edilmiş olan “Temel İlkeler Programı”ndan şu pasajı okuyalım:
“Dünya bütünleşiyor.
Dijital iletişim araçları ve diğer teknik yenilikler mekânın ve zamanın anlamını kökten değiştirmiştir. Tarihte ilk kez dünya çapında, insanoğlunun büyük bir kısmının dahil olduğu bir iş bölümü yaşıyoruz.
Küreselleşme, sınırların ve pazarların açılması, yalnızca teknik yeniliklerin değil, siyasal kararların da sonucudur.
Küreselleşme, açlığın yoksulluğun ve salgınların üstesinden gelme olanağını getirir. Dünya ticareti çok sayıda insana yeni iş ve refah getirir. Fakat küresel kapitalizmin belirleyici özelliklerinden biri de demokrasi ve adalet eksikliğidir aynı zamanda.
Böylelikle, özgür ve dayanışmacı bir dünyaya giden yolda engel oluşturur. Eski adaletsizlikleri körükler, yenilerini yaratır. Bu yüzden ülkemizde Avrupa'da ve dünyada küresel kapitalizme sosyal bir yanıt verecek olan bir siyaset için mücadele etmekteyiz.
Küresel kapitalizm büyük ölçüde sermaye biriktirmesine karşın bu, sermaye yoluyla mutlak bir refah artışına neden olmaz. Zincirden boşanmış finans piyasaları, uzun vadeli sürdürülebilir bir ekonomiye ters beklentiler ve spekülasyonlar yaratır. Hızlı ve yüksek bir rant tek hedef haline geldiğinde sıkça istihdam olanakları yok edilir ve yenilikler engellenir.
Sermaye, esasen katma değere ve refaha hizmet etmelidir.
Küreselleşme ile dünya giderek tek bir pazar haline geliyor.
Ekonomik iktidar, dünya çapında hareket eden şirketlerde, bankalarda ve fonlardadır.
Çok uluslu şirketler sınır aşırı kâr stratejileri planlamakta, demokratik meşruluğu olan kararlara uymamanın yolunu bulmaktadırlar.
En büyük "ulus devletler" dahi küresel sermayenin yatırımları için yarışan basit birer “şirket yerleşim yeri” haline dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar...”
*
Nasıl?
Güzel bir tesbit değilmi?
Dolayısıyla eğri oturup doğru konuşmakta yarar var.
Zaman zaman bazı dalgalanmalar gösterse de genelde Türkiye’nin ekonomi ve onun uzantısı olan vergi politikaları -eğer kendi refah ve çıkarlarımız doğrultusunda esastan bir şeyler yapma ortamını yaratamazsak- her zaman bir yamadan ibaret kalmak durumundadır.
Kabul edelim ki, şimdiki “durum” fazlasına elvermediği için bizim buradan önerdiklerimiz de “olsa olsa” sisteme yapılabilecek yamalardır.
Bu açıdan, şimdi çokça tartışılan Motorlu Taşıtlar Vergisi, Kurumlar Vergisi oranı, Gelir Vergisinde 3. Dilim, Özel İletişim’den alınan vergiler hep o “Çerçeve içi” git-gel’lerdir ve üç aşağı beş yukarı bu işler hep böyle gidecek, Türkiye’nin önünü açacak, üretimi arttıracak, işsize iş yaratacak “esaslı” düzenlemeler yapılamayacaktır.
Vergilere gösterilen tepkilerin etkisi de en fazla iki ileri bir geri dalgalanmadan öte geçemeyecektir..
Biz, “Ücretler üzerindeki ve dolayısıyla mal ve hizmet üretimi üzerindeki vergi yükü ciddi biçimde hafifletilemezse bu ülkenin kalkınmasına, halkının refahına ilişkin bir şey yapılmış olamayacağını” söyler dururuz hatırlarsanız.
Ücretlerde en azından asgari ücretin, ama esaslı bir etki için bize göre birkaç asgari ücret tutarının vergi dışı bırakılması gerekir deriz.
Yapmasına yapmazlar, yapamazlar da; maksadımız -belki bir gün o fırsat çıkar da işe yarayabilir diye- bu debelenmelerin nedenini birkaç kişiye daha anlatabilmek.
*
Biliyorsunuz, asgari ücretlilerin vergi yükü konusu geçmiş seçim propagandalarında hep söylenirdi.
Hatta 2012 yılında toplanan bir anayasa değişikliği komisyonunda iktidar-muhalefet mutabık kalmış ve anayasada asgari ücreti vergi dışı bırakacağız demişti.
Aman ne güzel...
Aslında bunu yapmak için anayasayı da değiştirmeye gerek yoktu ama hadi neyse…
Sonra hepsi unutuluverdi, iş çok fazla iddiaya binince de kulağı ters taraftan gösteren bir formüle sığınıldı.
Neydi o?
“Asgari ücrete isabet eden vergi farkını hazine ödesin”
Yani asgari ücret üzerindeki vergi kalkmasına kalkmasın, asgari ücret de vergilensin ama ücretliye o vergi kadar ek ödeme yapılsın.
Niyeydi bu dolambaçlı çözüm?
Dikkat ederseniz bu günlerdeki vergi değişikliklerinde de aynı “yama” siyaseti sürüyor.
İçimden şöyle bağırmak gerekiyor:
“Madem anlaştınız, çıkıp desenize be kardeşim ; asgari ücret asla vergiye tabi değildir” diye.
Niye mevzuattaki bu küçük ayrıntıda bile formül üzerine formül üretme peşindesiniz?
İşçiyi de, işvereni de, üretimi de rahatlatmak istediğinizde” birilerinden neden bu kadar ürkmektesiniz?
Yoksa o birileri size “sistemi mi bozacaksınız” diyecek ve sizi çizecek endişesinde misiniz?”
Bağırmak geliyor da, sadece vergi için bağırmakla da olmuyor ki?
Bu bir “sistem” ve taa o dediğim yıllardan bu yana her şey birbirine bağlı.
İpin ucu da…
Dolayısıyla; ne yapılması gerektiğini biliyoruz bilmesine, iyi de; ama ne yazık ki, bu temel dengeler değişene kadar bir süre daha yamalı pantolonla gezmek zorundayız.