ELÇİYE ZEVAL OLMAZ DERLER YA,
PEKİ ONU ORAYA GÖNDERENE DE OLMAZ MI?
 


Bunları yazarken sözlüğe bir kere daha baktım “Zeval” nedir diye…“Suç”, “sorumluluk”, “kabahat” gibi anlamları var.
O zaman “Elçiye zeval olmaz” ata sözünü “Elçilerin suçu da sorumluluğu da olmaz” diye anlamak mümkün.
Tamam ama bu arada aklıma başka bir şey daha takılıyor:
Elçiye olmayan “zeval” acaba ona bu temsil yetkisini verene, onu bu işle görevlendirene yani devlete de olmuyor mu?
Öyle ya, “Sen git, şurada bizim adımıza şunu söyle, şunu yap, bunu yapmadan bizi temsil et” diyorsunuz, o da aynen uyuyor.
“bir şey olmaz” derseniz işler kolay; ne elçiye zeval, ne onun arkasındaki yapıya; canın ne isterse yaptır gitsin…
*
Dış politika iç politika alışkanlıklarıyla yürütülebilir mi?
“Devletler arasında asla dostluklar, düşmanlıklar olmaz, sadece çıkar ilişkileri vardır” denir.
Yani kimse kimsenin kara kaşına, kara gözüne, dinine, imanına ya da hatırına bakmaz; bütün olay “ben bu ülke ile ilişkilerimizde kendi ülkeme ne kazandırabilirim” meselesidir.
Nitekim Birinci Dünya Savaşı sırasında Mekke Emiri Hüseyin Osmanlı’ya karşı İngilizlerle işbirliği yapmıştır. Bu gün de KKTC Hiç bir Müslüman ülke tarafından “bunlar bizim dinimizdendir, tanımalıyız” denip de tanınmamıştır.
Hani derler ya “Herkes kendine müslüman” diye…
Bu söz dış politikada aynen vaki.
Bu açıdan elçiler, gittikleri ülkelerde kendi ülkelerinin” çıkar ajanları”dır.
Devletler, karşı ülke ya da ülkelerden çıkarı ya da endişesi doğrultusunda her zaman bir şeyler bekler.
Bu kimi zaman topraktır, kimi zaman petroldür, akarsudur, ekonomik çıkardır ve bunlar gibi daha pek çok şey…
Ve o çıkarlar öyle hemen bu gün yarın için değil sırasında yüzyıllık beklentilerdir.
Yine bu dış politikaların bir özelliği ya da inceliği olacak ki:
İçlerinden öyle geçse de; Devletler bu çıkar ilişkilerinde öyle kolay kolay “Bana bunu vermezsen canına okurum”, “Var mı bana yan bakan” cinsinden ve ancak mahalle kavgalarında rasgeldiğimiz türden kabadayıca söylemlerde bulunmazlar, “Senin malında gözüm var” deyip ellerini de niyetlerini de açık etmezler.
İşin “racon”u budur.
İşte bu racondur ki, neredeyse devletlerin ortaya çıkmasından bu yana, “diplomasi” denen bir mesleği ve “diplomat” denen meslek mensuplarını ortaya çıkarmıştır.
Gerçi dünya giderek kapitalistleşip “devletler dünyası” yerine bir “şirketler dünyası” olmaya doğru evrilmekte ve o arzular bazen dünya devi şirketler üzerinden gerçekleşmektedir ama, yine de, “diplomasi” şirket ve sermaye ilişkilerinin de desteğiyle birlikte devletten devlete ilişkilerde birincil önemini sürdürmektedir.
*
Bir ülkenin diğer ülkelerdeki, ya da diğer ülkelerin bizim ülkemizdeki adeta “sinir uçları” olan diplomatlar, bu “derinden yürütülmesi gereken” işlerde kendi ülkesinin çıkarları açısından -olabildiğince- bilgili, yine kendi ülkesinin adına hareket ederken asla o tarafa bu tarafa eğilim göstermeyen ve hal ve tavırlarında “kıvrak”, aynı zamanda ”centilmen” ve “salon adamı” olmak zorundadırlar.
Onlara bazen “monşer” denmesine de yol açan bu salon adamlığı, aslında ülkelerarası ilişkilerdeki bu örtülü ilişkilerin esneklikle yürütülebilmesi açısından işin “olmazsa olmaz”ıdır.
Türkiye ne yazık ki son dönemde dış ilişkilerinde bu racona uymayan hatalar ya da “keyfilikler” yapmaktadır.
İçeriden başlayalım:
-Sermaye yetersizliğimiz dolayısıyla dışarıdakilerine oldukça ihtiyacımız var iken, bu ilişkilerin bir yandan onlardan birileriyle kavgalar edip diğer yandan bir başkalarıyla fütursuzca yağlı ballı olarak yürütülmesi garip bir durumdur.
Bu, “dışarı”nın "içeride" karşılanması açısından yanlış bir diplomasidir.
Ne yazık ki şu anda iç politikada alkış toplayabilmek adına yapılanlar, yabancılara meydan okumalar, onların Türkiye ile kurmakta oldukları ya da kuracakları ticari ilişkilere dolayısıyla her iki tarafa zarar vermektedir.
Türkiye’nin bu hoyrat, bu hukuksuz görünümüyle; “kendi çıkarına olabilecek” yabancı sermayeyi ve dolayısıyla, batı dünyasıyla ilişkileri muhafaza etmek de gelecek olanı özendirmek de mümkün değildir.
-Örneğin bir kısım Ortadoğu sermayesinin Türkiye’ye gelmesinde, iş sahibi olmasında, Türk işletmelerine ortaklığında pek fazla titizlik gösterilmemesi, açık tavizler yanında muhtemelen bazı üstü örtülü tavizler verilmesi, kolaylıklar gösterilmesi sonucunda maalesef, Türkiye ticaret ve sanayiinin yapısını, sonra da ülkenin görüntüsünü bozacak, “milli burjuvazi”sinin yerini artık zapt edemeyeceğimiz ve millilikten hayli uzaklaşmış bir “arap ağırlıklı burjuvazi” alacaktır.
-Türkiye daha şimdiden dışarıda “hukuksuz”, “orta doğulu”, “arap kültürlü”olarak modern dünya ile olan mesafesini açmıştır
Bu gelişme, elbette ki Türkiye’nin geri, şeriatçi Ortadoğu ülkeleri gibi algılanmasını getirmektedir.
Peki bu algılama değişmedikçe “dışarıda” Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının da, tek tek yurttaşının da, işadamının da her türlü ilişkilerinde daha farklı kabul edilmesine imkan var mıdır?
Hele bütün bunların yanı sıra “bu da yetmez” dercesine iki ülkedeki büyük elçiliğimize tam da bu algıyı kuvvetlendirecek, adeta “inadına” yapılan atamalara ne diyeceğiz?
Atadığımız büyük elçiler giyim kuşamından her türlü tavrına kadar bu günkü Türkiye Cumhuriyeti insanını temsil etmeyecekler miydi?
Bu algılar bizi giderek tam da ortaçağ karanlığı ortamında göstermez mi? Çağdaş dünya ile ilişkilerimizi tümüyle koparmaz mı?
Bir de merak ediyorum; bu büyükelçilerimiz o ülkelerdeki diplomatik toplantılara katılacaklar mı yoksa kendi rezidanslarına mı kapanacaklar?
Bu ülkenin bir büyük elçisi olarak ve her şeyden önce bir “dostluk elçisi” olarak diğer ülkelerin büyük elçileriyle tokalaşıp, aynı masalarda yemek yiyecek, kokteyllerde bulunacaklar mı?
Böylesi bir "durum" şimdi kimin lehine bilemiyorum ama bu topraklarda yaşayan ve yaşayacak olan tüm yurttaşlarımızın aleyhine değil midir?
Haydi onlar elçi, bu işlerden dolayı onlara zeval olmayacak.
Peki, bu işlerin zevali kime olacak?