Baştan siyaset - sonradan siyaset ve ölü gözünden yaş beklemek


 Dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyoruz ama galiba yapacak bir şey de yok.
 Hani Cem Karaca söylerdi ya “Demedim mi, ah demedim mi” diye…
 Çaresiz gibi ama, haydi bir kere daha diyelim…
 
 Medyada, İnternette ver yansın ediyoruz:
 “Geri al zamları geri al…”
 “Tamam, yap ama bu kadar da yapma…”
 "Üç beş kuruş daha ver bari ölmeyelim"
 Sonra rakamsal karşılaştırmalar:
 “Bak sen iktidara geldiğin yıl o fiyatlar o rakamlar neydi, şimdi ne!”
 
 Kolaycılık mı? İş bilmezlik mi? bilemiyorum.
 Topluma yön verecek, kötü gidişatı düzeltecek siyasetçi özlemimiz var ya… İşte “O” bu olayların önünden gitmeli bunları yapabilmek için, rakibinin yaptığını halka şikayetle yetinmemeli değil mi?
 Ama ne yazık ki bizde siyaset sonucu görmeden harekete geçemiyor, her zaman olayların gerisinde kalıyor.
 Peki o zaman da ne yapılabilir ki?
 Herkesle birlikte “Vah vah!” mı?
 Geçiniz efendim.
 
 Bize “Cenaze ağıtçıları” lazım değil, felaketi önleyiciler gerekli.
 Ama heyhat!
 Durum bu, sonuç bu. Sen bir kere adamın dama çıkmasına ses çıkarmamışsan şimdi aşağı düştü diye ağlamanın, isyan etmenin bir yararı var mı kimseye?
 Hadi çok üzüldün diyelim, peki eline ne geçer?
 Sen ölenlerin, kendi arkasından ağlayanlara bakıp sevindiğini düşünebiliyor musun?
 Bak Nasrettin Hoca adama ne güzel anlatmış “Bindiğin dalı kesme düşeceksin” diye.
 
 Gerçi şimdi herkes durumu görüyor, her şey apaçık ya…
 Diyelim ki bu gün farkı sen de fark etmişsin; “21 yıl önce ne idi, şimdi ne?” diye ve soruyorsun ama, o zaman sana da bir soru:
 -Yahu kardeşim, tamam aradan geçen 21 yılda her şey bozuldu, berbat oldu da sen bu 21 yılda kaç kere önüne gelen seçim imkanını kullanamadın, doğruyu seçemedin? Bunları değiştirmek için şu kadar kere o kabin denen dört duvar arasında kendi elinle kendi aklın arasında kaldın da niye şu eyvah eyvah dediğin gidişatı değiştiremedin?
 Bu iş tabii ki sonunda dönüp dolaşıp "siyaseti okuma" yetisine dayanıyor.
 Doğrudur; ancak gören, okuyan, bilen yapabilir bunu.
 Siyaset ve siyasi partiler de sözüm ona, bu iş için vardır ve ancak bu mantıkla çalışırlarsa “seçim şirketi” olmaktan çıkıp toplum için yararlı bir şeyler yaparlar.
 
 Ama ortadaki gerçek şu:
 Bizde siyasi partiler, siyasetin “baştan görücüleri” değil, “sonradan görücüleri”dir.
 Ya da atı arabanın arkasına bağlayıp sonra da o arabayı millete çektirenler diyebiliriz.
 Bu bizim hem siyasal hem toplumsal zaafımız maalesef.
 Oysa siyaset kurumunun “olacakları” yani “bu gün olanları” daha baştan görüp bu işin yönünü değiştirmesi gerekmez miydi?
 Ne yapılıyordu ve hala ne yapılıyor peki?
 “Varsa yoksa halkın oyunu alabilecek politika”
 Peki, siyaset halkın önünde gitmekse, halkın önünü açmakla siyaset olacaksa neden bu “idare-i maslahatçılık”?
 “Sadece oy almak, sadece oy alabileceklerle yolculuk etmek” gereken siyaseti üretmek için yetiyor mu?
 Sonunda halkla birlikte ağlamak yerine “önceden” bir şeyleri görmek, modellemek, planlamak ve devreye sokmak gerekmiyor mu?
 
 Kimle yapıyoruz?
 “Eldekilerle ve olduğu kadar" diyeceksiniz tabii…
 İyi de eldekiler yetmiyorsa, bunlardan da bir şey çıkmadığında mutabıksanız, bir düşünüp açıkça söylesenize; “Şu kadar zamandır kim seçip getiriyor bunları buralara peki?”
 Yapılan seçimlerde hep oy getirecekler seçilir de, siyasete bilgi-beceri getirecekler -seçmek bir yana- “ötelenirse” bir gün göz göre göre o binilen daldan düşülmez mi?
 Niye “geleceği görenler” değil de “halkla birlikte ağlayanlar?”
 Ya da birlikte ağlamakla siyaset yaptığını sananlar?
 
 Niye bu zaaf?
 Oysa siyasetin o “öteledikleri”, partilerin kısa vadeli olmasa da orta ve uzun vadede “yatırımlarıdır” aslında.
 Yarının gereksinimleridir.
 Ama şunu da atlamayalım:
 Bu yatırımı yapmak da; altta seçilme kavgası verilen örgüte değil, doğrudan liderlere düşer.
 O kontenjanlar da onun için tanınır ve kullanılır zaten.
 Tabii eğer lider de seçilme derdine düşmemişse.
 
 Bu işler düzelir mi?
 Düzelebilir… Biraz argodur ama doğru laftır:
 “Tecrübe, yenen kazıkların soncudur” denir.
 Şüphesiz bütün bunlar bu gün de herkese belirli bir “tecrübe” kazandırmaktadır.
 “Miktar-ı kafi” yani yeterli doza gelindiğinde de biriken bu tecrübeler kuşkusuz büyük gerçeği de yapılması gerekenleri de öğretecek.
 Sıkıntısı mı?
 Tabii ki geri dönüşün maliyeti ya da artık dönememenin maliyeti biraz yüksek olacak.
 Hani ölü gözünden yaş gelmezmiş ya.
 Hepsi o kadar…
 

.