Ekonominin her çarkı diğer çarklarıyla birlikte dönerken


Özetle başlayalım:
1.Klasik ekonomistler “Piyasa ekonomisinde” her şeyin kendiliğinden “dengeye” geldiğini öne sürerler.
2.Ancak klasik ekonomi dara girip sıkıntıları kolayca gideremeyince işin içine “neo klasikler” girmiş, “tamam ama gerektiğinde devlet de işe karışsın” demiştir.
3.Burada devletin karışacağı işler, “piyasa”nın kendi kendine dengeleyemediği, takıldığı konulardır. 4.Neo klasiklerde devlet, kimi zaman gelir dağılımı, kimiz zaman piyasadaki durgunluklar, enflasyon, dış ticaret dengeleri ya da kalkınmaya hız verme isteği gibi konularda işin içine girer.
5.Doğru müdahale, doğru amaçlı müdahaledir. Yoksa tabii ki birileri “bu işler bana göre böyle” deyip yanlışlar yapılabilir, “özel” amaçlı, örneğin bir kesimi ya da kişiyi kollamak için de müdahaleler olabilir.
6.Ama asıl olan ve sistemin genel dengesi “piyasanın kendi kendine yarattığı dengeleri” olduğu için, yapılan her müdahalenin, bu genel dengelerin işleyişine pek fazla engel olmaması gerekir.
7.Dolayısıyla, piyasa ekonomisi bir işletmenin, örneğin bir bakkal dükkanının ekonomisinden farklı olduğundan dolayı yapılacak müdahalenin ekonominin hemen her alanında nasıl bir etki yaratacağı iyi bilinmeli, bir tarafından dokununca nelerin etkileneceği iyi hesabedilmelidir.
8.Buradan yola çıkıldığında “ekonomistin ekonomistliği” ekonominin temel dengelerini iyi bilmesine, doğru ölçüyor olmasına ve nelerin neleri bozduğu ya da düzelttiğini görebiliyor olmasına bağlıdır.

*
Şimdi gelelim bütün bunların ayrıntılarına:

 Türkiye de, temelde “Piyasa ekonomisi” düzenini tercih etmiş olmasına rağmen, henüz çağdaşları kadar gelişememiş ekonomisi ve çalkantılı yapısı dolayısıyla bir türlü istikrarlı bir yapıya sahip olamamıştır.
“Nasıl yani?” denecek olursa hemen birkaç nedeni sıralayalım:
Ta Osmanlı’dan bu yana sermaye birikimi zayıftır mesela. Oldum olası kuvvetli bir yerli sermayesi olamamıştır. Gelir dağılımı bozuktur, kalkınmaya hizmet edecek bir vergi sistemini oturmamıştır, bütçeleri açıktır, dış ticarette ithalatı ile ihracatı arasındaki denge hep aleyhtedir, dış borçlanması sürekli artmaktadır, işsizlik her zaman yüksektir, enflasyondan şikayet bitmez falan…

İşte bu “yapı”, teorisinde olduğu gibi kendiliğinden tıkır tıkır işleyememekte, aynen ikide bir yolda kalan köhne otomobiller gibi sürekli müdahaleler gerektirmekte, ancak yine yerine oturmamış siyaseti nedeniyle yapılan müdahaleler kimi zaman bir tarafı düzeltirken bir başka tarafı bozmakta, bütün bunlar olurken açıkça söyleyelim; ayrıca birileri kollanabilmekte, yolsuzluklara şahit olunabilmektedir.

Peki, ekonomik düzen öyle piyasa kuralları ile falan kendiliğinden ve doğru yolda işlemiyor ve ilerleyemiyorsa, hatta “Bak çok şey istikrara kavuştu” dendiği zamanlarda da, gereken “kalkınma hareketi” görülemediği için biz şimdi, “Türkiye ekonomisinin her zaman doğru müdahalelere ihtiyacı vardır” diyebiliriz.

İyi de, “hangi doğru müdahale?”
İşe teorik yönüyle bakarsanız tabii ki doğru müdahale dendiğinde o doğrunun “ülkenin kalkınmasına yarayan” ve bu kalkınmanın “ortada yoksul bırakmayan, adaletli bir gelir dağılımıyla birlikte kalkınma” doğrultusunda olması beklenir.
Ancak her zaman ve her yerde açıkça söylenemese de, işin doğrusu; halka şirin görünmekle siyaset yapılabilen bizim gibi bir ülkede, ne halktan yükselen isteklerin ve ne de siyaset erbabının her zaman gereken doğru müdahaleleri yaptığı görülemediği gibi buna çok da bel bağlanmamalıdır.

Çünkü bizim yapımızdaki ülkelerde halk, bir ünlü siyasetçimizin deyimiyle genelde “plan değil pilav” ister, bunu bilen popülist siyasetçi de bu isteğe kolay kolay kulak tıkayamaz. İşin kolayına kaçar. Buna bir de işin içerisine yanlış ve maksatlı ya da en azından “acemice” müdahaleleri katarsanız ekonomi gerçekten sıkıntılı bir kısır döngü içinde debelenir durur.

Peki, buna rağmen ne yapılabilir ya da nasıl olur da içimizde bir umut taşıyabiliriz?
Burada bütün görev tabii ki, siyasette olsun ya da olmasın ülkenin gerçek ve samimi entelektüellerine, istikrarlı bir düzen isteyen orta sınıfa ve eğer tamahkarlık etmiyorsa, gözünü dışarıya dikmemişse ülkenin yerli büyük sermayesine düşer.
 
Dikkat edilirse “doğrudan halka düşer” demedik.
Çünkü, çağdaş ölçülere göre çoğunluğu yoksulluk sınırı altında bulunan ve hele bu gün için ancak “günlük” yaşayabilen, hele “popülist” yani “tribünlere oynayan” siyasetçiye çok kolay bel bağlayabilen, ondan çabuk umutlanan insanlarımızın, kısa vadeli olmayan, gereğinde özveri ve disiplin isteyen, ve bu sarmaldan kurtulmak için ciddi ekonomi bilgisi gerektiren bir karar oluşturması her zaman umulabilecek bir iş değil.

O halde:
1.Ülkenin büyük sermayesi, ülkede istikrar ve kalkınmanın, kendileri için de huzurlu bir geleceğin “kısa vadeli” ve “riskli” arayışlara kurban edilmemesini, asıl büyüme ve kalkınmanın ancak piyasa ve kalıcı sosyal dengelerle mümkün olabileceğini kabul etmeli, her fırsatta bunun altını çizmeli ve her türlü kurumlaşmasını buna göre gerçekleştirmelidir.
2.Ülkenin birikimli insanları, entelektüelleri, bu bilgi ve birikimlerini günlük siyasetin kolaycılığına ve çıkarcılığa düşmeden ve düşürülmeden sergilemelidir.
3.Siyasetin “günlük dengeleri” ile “orta ve uzun vadeli gerekleri” iyi analiz edilerek doğru tezler geliştirilmeli; bu tezlerde, ekonomide yaşanan kısır döngü mutlaka orta ve uzun vadeli hedefler yönünde zorlanmalıdır.
4.İçinde bulunulan “kısır” dengelerin zorlanması ve bu zorlamalarda ısrarlı olabilmenin yolu “Kurumlaşma” ve “Planlama”dır.
Kurumlaşma her zaman kişisel tavırların üzerinde, onun daha da ilerisinde bir kararlılık yaratır.
Ortaya çıkan birikimi korur.
“Planlama”, önerilen modellerin çok yönlü geliştirilmesine, o model içerisindeki genel tutarlılığa, “optimum”un bulunmasına, hedefte netliğe ve günlük etkilerle değişmezliğe kavuşmasına yarayacaktır.
5.Böylece, Kurumlaşma ve planlama ile günlük siyasetin yaratacağı dalgalanmalar, anlamsız zikzaklar denetim altına alınacak, içinde bulunulan durumdan daha kısa bir sürede çıkılabilmesi için gereken imkan ve “soğukkanlılık” yaratılacaktır.
6.Geliştirilen modelleme, daha ileri bir kurumlaşma sayesinde devlete maledildiği zaman ise, artık dönem yönetimleri için de emredici olacak ve böylece “serbest piyasa” düzeni için, “siyasetin dalgalanmalarına” karşı güçlü bir kararlılık yaratacak, bu kararlılığın arkasına devlet güvencesi getirilecektir.
7. Ekonomide etkili iş çevrelerinin profesyonel örgütlenmeleri bir yanıyla halkın karşısındaki menfaat grubu dayanışması gibi görülse de, seçilen sistem zaten piyasa ekonomisi ise buradaki kazanç, en azından bu ekonominin şimdiki gibi sallantılı, sahipsiz, kuralsız ve ranta açık durumunu engelleyebilecektir.
8. Böyle bir gelişme alt gelir gruplarının bu sefer de yerli sermaye tarafından ezilmesine yol açar mı?
Haklı bir soru tabii.
Ancak dikkat edilirse, sadece bu piyasa düzeni bile kuralına göre işletilemediği için bırakalım alt gelir gruplarını bir yana, ülkenin ciddi yatırımcı, ciddi sanayi kurumları bile ayakta zor durur hale gelmiş, çoğu kendini yabancı firmaların kucağında bulmuş, ayakta kalabilenler de neredeyse onların taşaronu konumuna düşmüştür.
Peki, yerli sermayenin şimdiki hali, o korumamız gereken alt gelir gruplarının lehine mi sonuç vermektedir?
Bu yapıda on milyonlarca insan devlet yardımına, sadakaya muhtaç kaldığına, hatta bir kısmına el bile uzatılamadığına göre “aman yine böyle kalsın” mı denmelidir?
Asla…
Planlanması sayesinde yükselen her ekonomi, emek dahil bütün ekonomik unsurları şimdikinden daha iyi değerlendiren ekonomidir. Geniş kitleleri “sadaka” ile elde tutmaktansa akılcı bir hesapla, onları birer ekonomik güç olarak kendi sürecine katan ekonomidir.

Zaten iş hayatı da toplumda huzur ve istikrar gerektirmiyor mu?
Merak etmeyelim, çağdaşlarına göre bu yaygınlıkta yoksulluk olan bir ülkede hiç kimse, hiçbir düzen en alttakileri aç-açıkta bırakarak kazançlı çıkacağını düşünemez ve yapamaz da.
Bu, onların göstereceği insaf değil, işin gereğidir.

Ha, çok mu piyasacı bir yorum oldu?
Belki öyle de söylenebilir ama şartlar, -Otomobili dördüncü vitesle harekete geçirmeye kalkmayı istemek gibi- tek hamlede daha ileri bir sosyal düzene atlama fırsatı vermiyorsa, bu şartlarda “imkansızı istemek” yerine “mümkün olabileceği istemek”ten başka çare yok.

Keşke her şey gönülden geçtiği gibi olabilse, zamanı kısaltabilsek de söyleyebilsek.
Malum, zıplamak için bile şart olan; önce sağlam bir zemin bulmak, sonra ayakların yere sağlam basması.

 


www.soylan.com/butunmakaleler.htm
www.bulentsoylan.com.tr/butunmakaleler.htm