Siyaseti, ekonomi arabasının direksiyonunda olmadan
yönetmek mümkün mü?


Türkiye bugün ne yazık ki pek çok şeyini yeni baştan planlamak ve sonra da bu planını belirli bir disiplinle uygulamak gibi ciddi bir zorunlulukla karşı karşıya.
Hani neredeyse, üst üste gelen depremlerle büyük ölçüde yıkıldıktan sonra yeni baştan kurulması gereken talihsiz şehirlerimiz gibi.

Ekonomi perişan, üretim durmuş, işsizlik büyük, yoksulluk had safhada, dış borçlar ağır, enflasyon azmış, sermaye tükenmiş, dış pazar kaybolmuş, deprem yıkmış, eğitimli beyinler göçmüş… ve daha bir dünya sorun başımıza çökmüş.
Böyle bir durumda “Türkiye çok ciddi bir zorunlulukla karşı karşıya” diyoruz. Siyasetin tercihi ise elbette herkese göre çok değişik şekillerde olabilir.

Örneğin,
-“Böyle gelmiş böyle gider, en iyisi biz zevahiri kurtaralım dönemimizi tamamlayalım” denir; kuru lafla, vaadle idare edilir sonra da çekilip gidilir.
-“Saralım sarmalayalım, yamayalım” deyip tercihinizi en ucuzundan yaparsınız,
-“Yeniden yapalım ama eskisini aratmaması yeterli” dersiniz yaparsınız.
Ya da,
-“Yapmışken bir daha yıkılmayacak gibi olsun, daha da sağlam daha da güzel olsun” der yaparsınız.
Dolayısıyla bu işin uygulamadaki ölçüsü; aynı zamanda siyasetin ince dengeleriyle hareket etmek durumunda olan iktidarların önlerine koydukları ve tabii ki göze alabildikleri hedeflere göre belirlenecektir.
*
İşte bu koşullardaki Türkiye, çağdaşları arasında bu güne kadar hep “gelişmekte olan” açıkçası “henüz gelişmesini başaramamış” daha da açıkçası “henüz gelişmemiş” bir ülke olarak tanımlanırken; şimdi içerisinde bulunduğu son durumda, “Acaba kendini toparlayabilecek mi? Yoksa bütün şanslarını yitirip artık geri bir Asya ya da Ortadoğu ülkesi mi olacak” tartışmalarına konu olmuştur.

O zaman “çözümü” düşünelim bakalım:
Acaba Türkiye bu durumundan sadece “Şu kadar milyar dolar büyüklükte parayla gelecek yabancılara açacağı iç pazarı” ile ve onlarla birlikte oluşacak “serbest piyasa” koşullarında kendini düştüğü bu durumdan kurtarabilir mi? Bunu yaparak “kendiliğinden oluşması beklenen” bir gelişmeye bel bağlayabilir mi?

Bu koşullar yani yerli-yabancı sermayenin “kazanç beklentilerine” kucak açarak, onların kar beklentili tercihlerinden bir şeyler umarak gereken hızlı kalkınmayı sağlayabilir mi?
Siyasetçi ne der bilemeyiz ama aslına bakarsanız içinde bulunduğu koşullar nedeniyle ne yazık ki Türkiye’nin böyle bir şansı olmadığı gibi bunu denemekle kaybedecek vakti de yoktur.
Türkiye, en azından belirli bir kalkınmışlık düzeyine gelene kadar mutlaka planlı ve mutlaka kamunun öncülüğünde hızlı, disiplinli bir ekonomik kalkınma göstermek durumundadır.
Ötesi yoktur.
*
Planlı ekonominin ne olduğunu anlatmaya gerek var mı?
Oturur aciliyet derecesine göre memleketin ihtiyaçlarını belirler, akılcı modeller kurar, tüm imkanlarınızı bu işe seferber eder ve bütün gücünüzle hedefe yönelirsiniz.
Dışarıdan ve tarafsız bir gözle bakarsanız, Türkiye bir treni kaçırmıştır.

Malum; bir treni kaçırmışsanız, onu yakalamak için yapmanız gereken şey mutlaka onun hızından daha da hızlı koşarak bir süre sonra arayı kapatmaktır. Oysa kalkınmayı, hele bu kadar geri kaldıktan sonra istediğiniz kalkınmayı sadece serbest piyasanın kar güdüsüyle yapacağı yatırım ve tercihlerle sağlayamazsınız.

Ortada bir ülkenin çıkarı olacaksa işin içine mutlaka bir kamusal müdahale, bir kamusal bakış açısı katmak gerekecektir.
Şu andaki sistemde bu görev de, bu işin sorumluluğu da yeni bir sistem oluşturulana kadar doğrudan “icranın başı”na düşmektedir.

Dolayısıyla yukarıda sözünü ettiğimiz “tercih”i icranın başı yapacak, yanındaki kadrolar daha çok bu tercihin “gereklerini yerine getirmekte” rol alacaklardır.
Ancak endişeyle görülmektedir ki son zamanlara hakim olan popülist siyaset ekonomik başarıyı hangi koşullarla olursa olsun biraz daha borç bulabilme becerisi ile eş görmeye alışmış ve ekonomi yönetiminde “en çok para bulanı” ön plana çıkarmaya eğilimli hale gelmiştir.

Evet, belki bir can suyu, bir dönemin köprüsü olarak “para buluculuk” bir ölçüde önemli olabilir ama artık bu konularda gösterilecek başarının ölçüsü, her koşulda borçlanabilen değil, her koşulda bir adım daha kalkınan bir ekonomiye dönüşmektir.
-Bu gün sadece daha çok borç bulabilme, belli ki giderek daha fazla borç yükü altına girmek, yarınlardaki refahın ve tabii ki geleceğin bir boğum daha faize kurban edilmesi demektir.
-Bu gün daha çok yabancı sermaye girişine “bel bağlama”, Türkiye’deki iş aleminin yabancı patronlardan oluşması; sonrasında onların beklentilerine mahkum olunması, onlara rağmen yeni bir kural konamaması demektir.
Çünkü ekonominize hakim olanlar giderek kurallarınıza da hakim olurlar.

Sonra açıktır ki bu parasal açlıkta gelecek sermaye daha çok “portföy yatırımı” yapacak yani yeni fabrikalar kurmak yerine zaten kurulmuş olanları satın alacaktır. Bu beklenen türden yatırım değil, ancak el değiştirme olacaktır.

Uzun ve ince bir yolun başında olan Türkiye, kaçırdığı treni yakalamak niyetinde ise her şeyden önce kalkınma konusundaki modelini oluşturmalı ve bu modelinde de yeni gelişmeleri piyasa aktörlerinin kar tercihlerine değil kendi ihtiyaç ve tercihlerine göre belirlemeli, bunda ısrarcı olmalıdır.

Bu tercihlerin başında, her ne bahasına olursa olsun “daha fazla üretim” gelir.
Çünkü üretimden gelmeyen para ya borçtur ya elden çıkarılan bir varlığın, verilen bir tavizin bedeli...
Türkiye,
-100 üretirken 150 tüketiyorsa açıkça geri gidiyordur.
-150 üretirken 150 tüketiyorsa ancak yerinde sayıyor ama başkaları sizinle olan arayı açıyordur.
-150 üretirken 100 tüketip 50’sini yatırıma ayırmadıkça kalkınamaz, çağdaşları ile olan mesafesini kapatma yolunda adım atamaz.

İşte bu konudaki şansı kullanma yetkisi de işin sorumluluğu da doğrudan icranın başına düşer.
Dolayısıyla “siyasetin başı” aynen “ekonominin başı” olmalıdır.
Üretim vaad etmeyen, bunun sorumluluğunu almayan hiçbir siyaset kendi yurttaşına gelir artışı ve refah vaad etmesin.
Çünkü “Refah” -kısa dönemler dışında- asla “Üretim”den büyük olamaz. “Yaratılacak refah”, yaratılacak üretimin sonucudur.
Çünkü şu gün için “refah”, yatırıma gidecek kazançtan arta kalandır.