Depremde ortaya çıkan barındırma sorunu konusunda
bazı değişik düşünceler



Hani Karadenizli hemşehrimiz idama giderken kendisine sormuşlar “Son bir diyeceğin var mı?” diye ya…
Cevap vermiş: “Ha bu da bana bir ders olsun!”
Onbinlerce ölümler kadar büyük acıya yüzbinlerce yaralanmaya, milyonlarca mağduriyete maloldu ama yine de bu son depremler bize ders olmalı.

Bu saatten sonra kendi kendimizi kandırmaya hiç gerek yok, tam da çukurun dibindeyiz.
Tabii neler nelerle karşı karşıya olduğumuzu tek tek saymaya da gerek yok. Kısaca, “gelişmekte olan”(!) denen ama o gelişmiş ülkelerle aradaki mesafesi sittin senedir kapanmayan ve yakın zamanda kapanacak gibi görünmeyen bu güzel ülkemizde, dünya döndükçe önemini yitirmeyecek bir de “deprem” ve ondan kaynaklanan bir sürü sorunlarımız var.

Öğünç kaynağımızdı; Asya ile Avrupa’yı birleştiren, hatta Afrika ile birlikte bu üç koca kıtanın arasındaki “bir köprüdür” dediğimiz güzel memleketimiz, işte tam da bu güzelliğinin bedeli olarak aynı zamanda o koca kıtaların birbirlerini iterek sıkıştırdığı, her sıkıştırmanın da sürekli depremler yarattığı çok hareketli bir bölge değil miymiş meğerse!
Karşımızdaki şu iki gerçek, yani "az gelişmişlik” ve “deprem bölgesinde olma” üst üste gelince “yine de ayakta kalabilmek için” hiç tavizsiz bir “depremle birlikte yaşama” politikası geliştirilmesinden başka çare yok.

Neden?
Nedeni ortada:
Birincisi, bizim ülkemiz dünya döndükçe ikide bir sarsılacak,
İkincisi, ekonomik kalkınmışlık, gelişmişlik, kurumlaşmışlık düzeylerimiz belli(!) ve hem nüfus artışı hem iç-dış göçler sürdüğüne göre, o “en alttakiler” dediğimiz yoksul nüfus başta olmak üzere derece derece bütün halkımız aslında hiç de sağlıklı olmayan konutlarda oturmaya, sağlam konutlarda oturanlar bile bu sorunlardan payını almaya devam edecek ve bu “yapı” ikide bir çökerek sözümona dünyanın gelişmişlerine yetişeceğiz.
Şimdi böyle bir yapıda siz her seferinde “bu da bana ders olsun” türünden düşünce ve çözümlerle çok büyük can ve mal kaybından kaçabilir, “neyse ki bir şekilde atlattık, daha da kötüsü olabilirdi” diyebilir misiniz?
Haydi diyelim ki sizin binalarınız sağlam çıktı, şansınız hep güldü de ömrü hayatınızda böyle bir felaketle karşılaşmadınız. Peki, karşılaşmasanız da en azından hayat boyu böyle bir olasılığın işkencesini yaşamayacak mısınız?
O zaman, hem olandan ders alıp hem her türlü olasılığa karşı ciddi ve akılcı bir politika izlemekte yarar olmalı.
*
Şimdi gözümüzün önünde acı bir örneği de var üstelik…

1.Yukarıda saydığımız her türlü olumsuzluğa karşın yine de bütün binaların elden geçirilmesine, yeni yapılacakların çok sıkı denetlenmesine kesin ihtiyaç var.
Şu kadar ki, bu denetimin şimdiki gibi “ticari” ve “piyasa koşullarında” bir denetimle değil, kesinlikle “kamu” yani devlet eliyle yapılması gerekir. Çünkü sonuçta bütün toplumun yaşamını belirleyen bu işin “piyasa” dengelerine bırakılması, beklenen sonuçların da “piyasa işi” olmasına yol açacaktır.
Şimdi bizler, ne kadar yaşayıp hangi felakete kurban gideceğimizin piyasa şartlarına göre belirlenmesine “evet” diyebilir miyiz?
Bu “Can pazarında” yaşayıp “biz piyasacıyız, yaşasın piyasa ekonomisi” diyebilir miyiz?

2.Depremde hızlı hareket, güçlü destek ve her an hazırlıklı olmak ön koşuldur. Ama bu konuda ne kadar gevşek davranırsanız o kadar can kaybedersiniz. Kaybolan her canın, aslında bu hazırlığı yapmamış olanların hesabına yazıldığı bilinmelidir. Dolayısıyla, Bu hazırlıkların devleti ben yönetiyorum diyen en tepe yönetici tarafından sık sık, örneğin her üç ayda bir denetletilmesi ve bu denetim sonuçlarının kamuya açılması gereklilikten de öte; “şart”tır.

3.Depremler bu toprakların doğasında vardır, her zaman da olacaktır. Yapılacak olan, koşulların imkan verdiği ölçüde buna hazırlıklı olabilmektir.
Yıkıntıdan kurtarma çalışmaları ile birlikte önceden hazırlanılmış olup “derhal” harekete geçirilecek olan destekler; insanların ilk andan itibaren “barınma ve yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanması”dır.
Bu günlerde görüldüğü kadarıyla bu ihtiyaçların karşılanmasında ciddi ölçülerde “ihmal”, yetersizlik, yettiği zaman da düzensizlik ve doğal olarak kaos vardır.

4.Depremin nerede ve ne zaman olacağı konusundaki belirsizlik, eldeki ilk imkanların “mobil” yani “istenen yere gönderilebilecek” nitelikte olmasını gerektirir. Bunun olabilecek karşılığı, “çadır”dır.
Hangi kurumca üstlenileceğine bakılmaksızın, çadır konusunda yeterli stokların üretilmesi, bulundurulması ve el altında tutulmasındaki sorumluluk her zaman devlet yönetimindedir.
Bunun ihmali, bir anlamda “tedbirsizlik nedeniyle ölüme sebebiyet” kabul edilmelidir.

5.Çadır, barındırma konusundaki ilk adımdır. İkinci adım, depremzedelerin en kısa sürede, daha önceden hazırlanmış bulunan geçici barınaklarına (misafirhanelerine) nakledilmesidir. Bu geçici barınakların bir bölümü elbette verilecek sağlık hizmetlerinin sağlanabilmesine de uygun olacaktır.
Bu “geçici barınaklar” aşağıda açıklayacağımız modelle barınma, ısınma, giyim, yeme-içme ihtiyaçlarını topluca karşılayan “merkez”ler olacaktır. İlk desteklerin çadır ortamında 24 saatten fazla sürdürülmesi sağlıklı sonuç vermeyecektir.

6.Depremde yaşadığı konutu yıkılan ya da oturulamaz hale gelen binaların yerine çok kısa bir süre içinde yeni ve tam kullanışlı konutlar yapılması için alel-acele harekete geçilmesi belki politik bir gayret ya da gösteridir ancak hem maliyet hem o andaki inşa tercihlerinin isabetli ve yeterli olamayacağı nedeniyle yanlıştır.
Depremzedelerin öncelikle yaşamsal güvence altına alınması, ancak bundan sonra yeniden konut sahibi edindirilmeleri, yaşamlarının yeniden düzene kavuşturulması gerekir.
Bu şimdikinden farklı ve ciddi bir hazırlık gerektirir.

7.İlk aşamada çadırda koruma altına alınan depremzedelerin ikinci aşamada barındırılacağı mekanlar, aynen öğrenci yurtları ya da asker kışlaları gibi hizmet verecek kamu binalarıdır. Bunlar mümkün olduğu ölçüde çeşitli bölgelerde ve şehirlerin dışında, büyük grupları barındıracak, ortak banyo-tuvaletli, yemekhaneli, sağlık merkezli toplu yaşama merkezleri olacaktır.
Böylece depremzedelerin her türlü yaşamsal ihtiyaçları kalıcı konutları inşa edilene kadar buralarda, “ekonomik” ve düzenli biçimde sağlanacaktır. Bu tür konutlarda altyapı harcamaları çok düşük olacaktır.
Kalıcı konutların insanları çadır ya da konteynerlerde bekleterek sağlanması büyük bir yanlıştır. Altı ay sonra kış gelecekse on binlerce hatta yüzbinlerce insan en azından bir kışı daha çadırda geçirecek, “telef” olacaktır.
Depremzedelere kalıcı konutların verildiği zaman boş kalan bu binalar, diğer taraftan bir sonraki deprem için “rezerv” barınaklar olarak elde tutulacaklardır. Bunlar en fazla öğrenci yurtları olarak değerlendirilebilirler.

8.Depremzedeler için hazırlanacak “kalıcı konutlar” bu misafirhane dönemi sürerken, kendilerinin ekonomik güçleri ve tercihleri göz önünde bulundurularak planlanacak ve yine şehir plancılığı anlayışıyla inşa edilecektir. İşin planlanması bunu gerektirir.
Depremzedeler önemli bir kısmı bütün varı-yoğuyla birlikte geçim imkanlarını da kaybetmiş kişilerdir.
Bu nedenle bir sosyal devletin bu konutları yaparken depremzedelerin hepsini aynı şart ve imkanlarda kabul ederek standart davranmaması, “desteğin” en imkansızı, en yoksul kalanı gözetecek ölçülerde verilmesi gerekmektedir.

9.Bir depremde konutu yıkılanların, örneğin dört gruba ayrılabileceğini düşünelim:
-Bunlardan birinci grup, hiçbir varlığı ve iş imkanı olmayanlar ile kendi tercihleriyle bu grupta destek arayışında bulunanlardır.
“Sosyal devlet”, bunlardan konut sahiplerine ücretsiz, kiracı olanlara kirasız konut sağlayacaktır. Bu konutlar 25-36 m2 gibi standart dairelerdir. Kendilerinden hiçbir bedel ödemeleri istenemez çünkü imkanları yoktur.
-İkinci grup, belirli bir ödeme karşılığında konut edinebileceklerdir. Bunlar 1+1 dairelerdir. Kendilerinden inşa maliyetinin örneğin yarısı alınacak, bununla ilgili ödemeler imkanlara göre 5-10 yıla yayılacaktır.
-Üçüncü grup, 2+1 dairelerdir. İnşa maliyetinin ¾’ü yine 5-10 yıla yayılı olarak istenecektir.
-Dördüncü grup, ödeme gücü dolayısıyla tercihleri bu yönde olanlara verilecek 3+1 dairelerdir. Bunların da yine maliyetine ama 5-10 yıla yayılan taksitlerle tahsisi uygun olacaktır.

10.Depremzedelere hemen deprem üzerine yapılan yardım “kampanya”ları ne yazık ki; “iyi niyetli” ama bu yardım malzemelerinin seçiminden tedarikine, sınıflandırılmasından dağıtımına kadar bir verimsizlik yaratmakta, çok kabaca söylersek en azından yarısı daha maliyetli tedarik edilirken yine yarısı açık araziye saçılarak kar-yağmur altında çöpe dönüşmektedir.
Prensip olarak, depremzedelere yapılacak malzeme desteğinin devlet ya da devletin görevlendirdiği ve deneyimli “tek” bir elden yapılması ya da organize edilmesi gerekir.
Çünkü bu iş bir “yardımlaşma” ya da “insaniyet” meselesi değil, kamusal bir görevdir ve bu görevde başarıyı yükseltecek olan unsur “organizasyon”dur, bu organizasyonun bütünlüğüdür, verimliliğidir.
Bir depremde “gereken” öncelikle ve daha başında, devlet tarafından yapılacak, yardımsever yurttaşlar maddi destekte bulunacaklarsa bu destek fonuna katkıda bulunacaklardır. “Önce para toplansın sonra depreme harcansın” düşüncesi zaman kaybıdır. Bunun yerine “önce gereken harcama yapılacak, sonra kaynağın sürdürülebilmesi için yardım beklenecektir.

11.Yurttaşların her türlü yiyecek-giyecek, ilaç ve benzeri “ayni” yardımları, deprem olayı üzerine değil, deprem öncesi düzenlenecek kampanyalarla sağlanmalı, sağlanan her türlü malzeme elden geçirilip sınıflandırılmalı ve kullanıma hazır hale getirilmelidir. Bunun için özel-kamusal her türlü kampanya normal zamanlarda yürütülmeli, yapılan çalışmaların geldiği düzey sürekli halka duyurulmalıdır.
Bu duyurular elbette ki görülen başarı ölçüsünde halkın hem kendini güvencede hissetmesini, hem daha da özverili davranmasını sağlayacaktır.

12. Son olarak şunlara da dikkat edilmesini işaret edelim:
-Bunca depremzedeye “barınak” anlamında konut üretmek gibi bir sorun varsa bunları ne zaman ne imkan olarak “kışa” yetiştirmek mümkün değilse, asla standart konforuyla daire üretimine girilmemelidir. Çünkü bu biçimde 30 bin tane üretebilirseniz geriye kalan 300 bin kişi besbelli ki yine çadırlarda kalacaktır.
-Sorun, bir depremzede kiracı ya da ev sahibi olsun; karşımızdaki sorun "ortada kalan insan sorunudur". Kişiler kiracı da olsa konut verilmeli ama kendisi sağlam konutlarda kalan hatta başka illerde birkaç konutu olup da bunlardan sadece kiraya verdiği bir tanesi depremde yıkıldı diye kimseye öncelik tanımayın. Tanırsanız bu olsa olsa onun servet kaybını yani eksilen bir evini karşılamak olur ama siz bunu karşılarken tapusu yoktu diye onun evinde kiracı olan depremzedeyi ortada bırakırsınız.