İşsizlik ve asgari ücret üzerine biraz farklı denebilecek düşünceler


Şöyle bir düşünelim bakalım:
Bir memlekette nehirler kurumuş, barajlar boşalmışsa; o barajlarda olmayan suyun evlerin musluklarından akıtılması mümkün mü?

Öyle bir durumda biri çıkıp "Bu musluklardan gürül gürül sular akıtacağım derse aman ne kadar da güzel şeyler söylüyor diyebilir misiniz?

Olmaz tabii, akıl var mantık var …
Çünkü evdeki musluğun suyu bilmem neredeki barajdan gelir. Baraj kurursa musluk akmaz.
Bunu bir tarafa yazdıktan sonra gelelim Türkiye’deki işsizlik meselesine…

Türkiye ne yazık ki yıllardır “kerameti kendinden menkul” yani söylediklerinde hiç bir doğruluk payı olmayan politikacıları “sayesinde” işsizlik gibi bir büyük sorunla boğuşup duruyor.
Burada “sayesinde” kelimesini eski dildeki “gölgesinde” anlamında kullandığımıza açıklık getirerek devam edelim.

1.
Geçmişine bakıldığında bundan 28 yıl öncesinde; 1990’da yüzde 8 olan işsizlik 2002’de 10,3’e yükselerek 2018 yılına kadar hemen hemen aynı oranlarda dolaşmış ve bu 2018’in Eylül ayı itibariyle 11.4’e ulaşmıştır.

Kabaca söylemek gerekirse; Türkiye’de zaman zaman ufak değişiklikler gösteren ama genelde yüzde 10 dolaylarında bir “işsizlik” olduğu kabul edilir.

Bu rakam, 36 üyeli OECD ortalamasında yüzde 5,9 Amerika Birleşik Devletlerinde 3,7’dir.
Ekonomistler yüzde 3-4 oranlarına kadar olan işsizliği bir sorun olarak görmezler.

2.
Resmi belirlemelere göre bile, gelişmiş ülkelerdekine ve ekonomide sorunsuz sayılabilecek oranlarla karşılaştırılınca oldukça yüksek kalan bizdeki durum, -bir başka bakış açısıyla- ne yazık ki aslında gösterilenden daha da sıkıntılıdır.

Birincisi; bu tarihte duyurulan son istatistik dönemine ait 11,4 rakamı sadece son bir ay içerisinde iş başvurusunda olanları kapsamaktadır.
Gelişmişlik düzeyinden birleşik aile yapısına, hatta bu konudaki araştırmaların güvenilirliğine kadar pek çok nedenle bu rakamların aslında açıklanandan daha yüksek olması gerektiği hemen herkesçe kabul edilmektedir.


İkincisi; işsizlik sorununun yaygın ve ekonominin çok sıkıntılı olması dolayısıyla, resmi belirlemelerde -sözüm ona- bir işte çalışıyor görünenlerin pek çoğunun, aslında “olması gereken işte çalışmıyor” olduğu gerçeğidir.
Örneğin atölyesi batmış konfeksiyoncu taksicilik yapmaktadır,
Örneğin Atanamamış öğretmen pazarda turşu satmaktadır,
Örneğin kimya mühendisliği okumuş genç alışveriş merkezinde tezgahtarlık yapmaktadır.

Ve… biz bu konuya İstatistik kurumu gözüyle baktığımızda şu yukarıda verilen üç örnekteki kişilerden her üçü de şu 11,4’ün içinde, yani "işsiz" falan değildir ama; mesleklerine, birikimlerine ya da eğitimlerine bakıldığında hiç biri olması gereken işte çalışmamaktadırlar.

İşte bu durum, Türkiye’deki iyi ya da kötü de olsa “hiç bir işte çalışmayan” kişi sayısının bile, çağdaş ülkelere göre daha yüksek iken; “istemediği işte çalışmak zorunda kalanlar” da hesaba katıldığında, ülkemizde “işsizlik rakamının birkaç katı büyüklüğünde bir -işsizlik değil-, ama bir “iş” sorunu olduğunu göstermektedir.

Daha iyi anlaşılması için şöyle de düşünsenize:

Günün birinde, ülkede ne kadar işsiz mühendis, doktor, hukukçu, yazılımcı, öğretmen ve diğer işsizler varsa ve bir “çözüm” getirdik diye her biri örneğin tarım sektöründe çalıştırılmaya başlansa istatistiksel olarak işsizlik oranı o anda sıfıra bile düşer ama bu insanların “iş” sorunu çözülmüş olabilir mi?

Türkiye’de “iş” sorunu, işte bu "hiç işsizler" ile "işte ama hiç uygun olmayan bir işte çalışanlar" ile birlikte söylenenden çok daha büyük bir sorundur..

3.
Yazının başındaki “musluktaki su” örneğinden yola çıkarsak; Türkiye’de “iş” sorunu zaten herkesin kendi sorumluluğuna terk edilmiştir de, “işsizlik” gibi sadece sayılarla ölçülen bir durum bile, olması gereken tarafıyla değil, çok yanlış tarafından tartışılmakta, sözde çözümler üretilmeye çalışılmaktadır.

Nasıl ki musluktan akmayan suyun nedeni barajda su olmamasıysa, bu “işsizlik” denen sorununun aslı da, adında geçtiği gibi “işsizlik” değil, “iş verensizlik”tir.

Çünkü piyasa ekonomisinde bir kişinin işinin olabilmesinin olmazsa olmaz koşulu, onun bir “işvereninin” ya da “ona işi veren”inin olması gerekir.
Dikkat ettinizse yabancılar "nerede çalışıyorsun" yerine "kime çalışıyorsun" diye sorarlar.

Dolayısıyla; işsizlik sorununun bir altı, her zaman için “işverensizlik”tir, iş vermedeki yetersizliktir.
Daha da açık söylersek; “patronsuzluk”tır.

Ve… iş verensizlik ya da patronsuzluğun gerisinde de bu piyasa ekonomisinde “ekonominin” birilerinin iş kurarak, yatırım yaparak, yaptığı işi genişleterek mal ya da hizmet üretimini yapmasında, artan iş gücünü işe alacak biçimde genişleyememesi yatar.

Bunun daha da altına bakarsak, tabii ki sıkıntı asla ülkedeki insanların girişimcilik noksanı değil, “yürütülen ekonomi politikalarının buna fırsat vermiyor olması, ekonomi politikalarındaki yetersizlik”tir.

4.
Yaptıklarını her biçimde haklı ve doğru gösterme gayretinde olan iktidarlar da, “biz olsak bunu daha iyi yönetiriz” diyen bir kısım muhalefet de, -görünen o ki- bu başarısızlıklarda insanların “iş” ve “işsizlik” konusundaki sorunlarını olması gereken noktadan değil, daha çok işçi-işveren üzerinden çözmeye gayret ederler ve düşük ücretlerin, işsizliğin kaynağının işverenler olduğunu söylerler..

Onlara göre:
-Sermayedar, üretmek yerine daha kazançlı olan işi, spekülasyonu tercih etmektedir, rant peşindedir,
-İnsanlar eğitimsizdir, kalifiye eleman yoktur,
-İnsanların pek çoğu işsiz dolaşırlar ama verilen ücreti beğenmezler;
-Patronlar maliyetler yükselmesin diye işe adam hele hele pahalı adam almazlar falan…

Ve bu konuda yapılacak en iyi muhalefet, “düşük asgari ücretler altında inim inim inleyen çalışanların” daha yüksek asgari ücrete kavuşturulmasına şiddetle taraftar olmaktır.

Yani o üretime imkan vermeyen, yatırımcısına kazandırmayan ekonomide bir biçimde iş verilenlerin devlet zoruyla daha yüksek ücretlere kavuşturulmasıdır.

Bu bakış açısı siyasetçiye çalışanlar nezdinde her zaman itibar ve oy kazandırmasına karşın aslında ne işçinin ne işsizin yararına bir tavır değildir ve böyle bir ekonomik yapıda yani ekonomi üretemez, işsiz yığınlar dağ gibi iken tam tersine, “yanlış” bir görüştür..

5.
Bir başka örnek:
Açık denizde içi zaten taşıyabildiği kadar insan dolu bir sandala o denize düşmüş, çırpınan bir kişiyi daha bindirirseniz, ona iyilik yapacağım derken sandalı batırır ve içindekilerin tamamını denize dökmüş olursunuz değil mi?

“Piyasa” denizindeki işletmeler de böyledir.
Hele küresel ekonomilerle iç içe durumlar varsa.
Acımasız bir piyasa düzeni varsa.

Mantıken, bir işletme “ancak” satabileceği kadar üretir; ve ancak da, o üretimin gerektirdiği kadar kişiyi çalıştırabilir.
Siz, “aman istihdam artsın, işsizlik azalsın” diye işletmelere gerekenden fazla ve sırf lafla “ikişer kişi daha alsalar bu memlekette işsizlik kalmaz” derseniz, pazar payı ve üretim kapasitesi sınırlı olan o işletmeler aynen sandal örneğinde olduğu gibi bu sefer de tümden batmaz mı?
Bak bir lafla İki kişiyi daha işe “soktuk” derken bu sefer batan o işletmenin çalışmakta olan işçileri de tümden işsiz kalmaz mı?

Söylem düzeyinde bile olsa, bir ekonomiyi “üretken” duruma yükseltecek ve ancak bu şekilde ek istihdam kapasitesi yaratmakla çalışanları daha mutlu edebilecek şeyler varken, bütün bunları bir tarafa bırakıp biz şimdi “patronları daha yüksek asgari ücret ödemeye zorlayacağız” anlamında ve sadece, “biz asgari ücreti yükselteceğiz” demenin sorunun çözümü açısından bir mantığı var mıdır?

Bunu vaad edene “Peki bu parayı sen mi ödeyeceksin ki arttırıyorsun?” Ya da “bu ekonomide işler zaten tıkırında da, sen "işveren rab bena hep bana demesin” mi demek istiyorsun diye sorsak acaba nasıl bir cevap alabiliriz?

Bunu çözme iddiasında bulunanların bu iş için “önce” biz üretim ve pazar konusunda şunları yapacak ve iş verenin elini genişleteceğiz demesi ya da bu diyecekleri üzerine biraz daha düşünüp hazırlanmakta olması gerekmez mi?

6.
Türkiye’de bu koşullarda yani ekonomi üretimden düşer, işsiz yığınlar aç dolaşırken bir biçimde çalışma imkanı bulan ya da kendisine iş verilenlerin aldıkları ücretle geçinemedikleri, aslında çok daha iyi bir geçim düzeyine yükseltilmeleri bizim de her zaman savunduğumuz bir hedeftir.
Refah ancak ele geçenle yükselebilir.

Ancak bu kısır şartlar sürerken mevcut çalışanlara daha yüksek ücret verilmesini zorlamak, emekçiye yardım ediyorum derken ne yazık ki onu bir ölçüde kapının önüne koymaya yol açar.
Teknik dilde söylersek; mevcut istihdamı daraltır.
Ücret yükünü çekemeyen işveren, on kişi çalıştırıyorsa sekize indirir.

Eğer emekçiler yararına bir tez ileri sürülecekse, bu tezin kötüleşen ekonomide daha iyi ücret değil, daha iyi bir ekonomik model ile sağlanacak daha iyi bir istihdam düzeyi biçiminde olması gerekir.

Sadece ücret düşüklüğünü ileri sürüp işvereni işin sorumlusu haline getiren politikalar ne yazık ki ekonomi bilimine ters olduğu kadar; Türkiye’yi bu durumdan kurtarmada önden yürüyecek olacak yatırımcı-işveren kesimini hedef haline getirmek, asıl sorunun göz ardı edilmesine istemeden de olsa destek vermek demektir.

7.
Bütün bunlar olurken ya da "ekonomide" bir şey yapılamazken bir başka çözüm var mı? diye baktığımızda tabii ki bir de "mali" çözüm var.

İstihdam aslında işçi ile işveren arasındaki ilişki iken, "düzen" bu ikisinin arasına bir de "vergi"yi sokmuştur.
Biri "çalışırım", diğeri "çalıştırırım" derken devlet de "ben de o zaman "bundan vergi isterim" der.

İşte bu istenen verginin büyüklüğü, doğrudan işçinin eline geçeni de işverenin üretim maliyetini de etkilediği için ücretler üzerinden alınan vergiler yükseldikçe istihdam daralır, düştükçe genişler.
Çalışanın hakkını savunanlar da, işsizliği azaltmak isteyenler de asgari ücretle ilgilendikleri kadar bu konuyla da ilgilenmeli, itirazlarını öncelikle ücret üzerindeki yükler konusuna yoğunlaştırmalıdırlar.
Buna karşılık bütçe açık mı verir?
Vermez... Buradan feda ettiğiniz vergiyi gider servetler, kazançlar ve kısmen tüketim üzerinden alırsınız sorun kalmaz.

Haydi bir kaç haklı gerekçe fısıldayalım kulaklara:
"Madem devlet istihdamı arttırmak, işsizliği azaltmak istiyor; o zaman neden istihdamdan vergi alıyor?"
"Üzerinden alınan vergi ve diğer yükler istihdam üzerinde baskı yaratmıyor mu?"
"Bu baskının arkasında da devlet yok mu?"

8.
Gelelim son sözlere:
Türkiye’de çalışanın daha iyi ücret alması, olmadık işe gidip gelip “çalışıyor” sayılanların kendine uygun işte çalışabilmesi, yüzde 10’ları katlayan sayıda işsizin bir biçimde iş bulabilmesi, matematik olarak Türkiye’de üretimin bütün bunları sağlayabilecek biçimde arttırılabilmesiyle mümkündür.

Yine, Türkiye’deki üretimin artması için; önce dış politikada kalıcı bir iyileşme ve devletten devlete ticari ilişkilerin düzelmesi, düzelen ilişkiler sayesinde yeni dış pazarların bulunup geliştirilmesi, içeride devlet yönetiminde ve hukukta sağlıklı ve istikrarlı bir yapı kurulması, üretim maliyetlerinde en önemli kalem olan işçilik maliyeti üzerindeki “devlet yükü”nün ciddi biçimde hafifletilmesi, her piyasa daralmasında ithal mala yönelinmemesi ve bütün bunların olgunlaşması için de belirli bir sürecin yaşanması gereklidir.

Çünkü dış pazarınız yoksa, bunun yanı sıra "ucuzluk yaratıyoruz" diye kendi iç pazarınızı ithalata boğdurup başkalarına kaptırmışsanız; üretim falan olmaz, üretim olmayınca işçilik gerekmez, işçilik gerekmiyorsa “iş” şartları düzelmez, işsizlik azalmaz.
İthalat demek, yabancının işçisine yevmiye ödemek, yerlisi yerine ona istihdam sağlamak demektir.

Ama bütün bunlara rağmen hala bu tartışmalara asgari ücret kavgasıyla başlanıyorsa,
Giderek sıkışan üretici, doğrudan ranta yönelen yatırımcı bu daralan ekonomide devlet zoru ya da muhalefetin talebiyle çalışanına daha fazla ücret ödesin, ödeyemeyecek olanı da dükkanı kapatsın, işçisini kapı dışarı etsin ya da kayıt dışı çalıştırsın deniyorsa,
Yani işe nedeninden değil, sonucundan başlanarak çözüm aranıyorsa,,,
Ne demeli bilemiyorum:
Acaba “Yandı gülüm keten helva” dedikleri gibi "yandı gülüm bizim emekçiler" demek uygun olur mu?