Ülkede işsizlik de azalır, üretim ve ihracat da artar ama...


Türkiye üretim ve ihracat konusunda sıkıntılı bir ülke…
Teşvikler de versek, üretim ekonomisini kuracağız da desek bir türlü üretemiyoruz değil mi?

Dolayısıyla ne milli ekonomi kazanabiliyor, ne millet…
İşsizlik diz boyu, dış borç gırtlağımıza dayanmış.
Siyasetçi, kısa günün kurtarıcısı olarak gördüğü için nereden nereden borçlanıp o üretilemeyenleri dışarıdan tedarik etme gayretinde.
Sorarsanız cevap hazır:

“Bu ülkenin borcu bilmem hangi ülkelerininki yanında hiçbir şey değil”
Başka?

“Halkımıza hiç bir şeyin yokluğunu çektirmeyiz, stokçuya göz açtırmayız, yüksek fiyatlara müsaade etmeyiz;

O zaman gelsin ithalat!
Ve en nihayet:
“Bizi ekonomi üzerinden batırmak istiyorlar…”
“Kaç paraysa ödeyelim, birileri gelsin bize akıl versin; biraz daha borç bulalım, bu sıkıntıdan kurtulalım.”

*

Aslında o kadar da akla, hele hele yabancı aklına hiç gerek yok biliyor musunuz?
O aradığınız akılla vatandaşın karnı doysun, aradığını bulabilsin istiyordunuz değil mi?
Kolay…

Peki lafa gelince dilinizden düşürmediğiniz o “üretim artışı” gerçekleşirse, ona bağlı olarak bütün bu işler yoluna girmeyecek mi?

-Üretim artınca işsizlik azalacak
-Yoksulluk bitecek
-Mal bollaşacak, fiyatlar düşecek
-Dışarıya bu kadar para ödemeyeceğiz, aksine ürettiğimizi satıp döviz kazanacağız

Ve, bu ülkeyi yönetenler de böylece doğru bir şey yapmanın başarısıyla öğünecekler değil mi?

Peki niye yapamıyoruz?

Elimizi tutup “sen üretemezsin kardeşim” diyen yoksa, önümüzdeki engel ne?
Söyleyelim:

Şu bizim ekonomik koşullarımızı uymayan, üretimin önünü kesen, devlet eliyle üretim maliyetlerini yükselten “vergi düzenimiz”.

*

İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği günler…
Avrupa yanmış, yıkılmış,
Türkiye bu dönemi savaşa girmeden atlatmış ama sıkıntılarını yaşamış.
Topraklarında savaş görmemiş Amerika zengin, savaştan kazançlı çıkmış…
Hemen, ekonominin damarlarında dolaşan kanı olan “para”yı tekeline alıyor bu Amerika.

Bretton Woods Anlaşması, Dünya Bankası, IMF, OEEC (Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü; ki adı sonradan OECD olmuştur) kuruluyor ve küresel düzen kendilerine çalışmaya başlıyor.

-Diğerleri konumuz dışı- Bu tabloda Türkiye’ye deniyor ki “Sen sanayi merakını bırak, topraklarından madenini çıkarıp ihraç et. Demiryolu ulaşımı sevdandan vazgeç, karayolu taşımacılığı sana daha ucuza gelir; yol yap, araç al.”
Baktığınızda, OEEC ve onun devamı olan OECD Amerika’nın ünlü Marshall Planı’nın ürünü.

Resmi hedefi Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkılmış olarak çıkan ülkelerin ekonomisine “destek” vermek, bu desteğin doğru(!) kullanılması için de üye ülkelerin ekonomi yönetimlerine “yol göstermek”.

Gerçi büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk, 1922’de bir ara Mecliste acaba hangi ülkeden yardım istesek de ekonomimizi kurtarsak gibi arayışa girildiğinde, 6 Mart günü yapılan gizli oturumda bu düşüncelere şiddetle karşı çıkar ve “Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!” der ama…

İşte İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Genel Kurmay Başkanı, daha sonra dışişleri ve savunma bakanı olan General George C. Marshall’ın ortaya attığı fikirle oluşan model gereği, Türkiye’de vergi politikası üzerinde hep,
“Amerika’nın, Avrupa’nın “nasihat ve plan kurumu” olan OECD’nin gölgesi olmuştur.

Bu gün Türkiye’nin üretimsizliğinin en büyük nedeni, OECD’nin en azından “uygun bulduğu” vergiciliğidir.

Özellikle de “istihdam yani mal ve hizmet üretiminde çalışanlar üzerinden alınan Gelir Vergisi” dolayısıyla…

Acaba zamanında General Marshall'ın fikriyle oluşturulan bu Küresel kurumlardan gelen tavsiyelerin içinde Türkiye'ye yine aynı bakış açısının, onların "kurucu iradesinin" izleri yok mudur?

*

Haydi şimdi istihdam üzerinden alınan vergilerin üretim üzerindeki etkisi olayını biraz abartarak anlatalım ki kolay anlaşılsın:

Diyelim ki ikisi de aynı işçilikle aynı malı üreten iki ayrı konfeksiyon atölyesi var.
Bunlardan birincisi işçisine 100 lira net yevmiye verirken bunun için hiçbir vergi ödemiyor, yani “açıktan” çalıştırıyor;

İkincisi ise 100 lira işçisine 50 lira da devlete vergi olarak ödüyor.
Düşünelim bakalım; acaba hangisi üretimini daha ucuza getirdiği için daha düşük maliyetle çalışıyor ve daha fazla satıp daha fazla kazanıyor?
Tabii ki vergi ödemeyen birincisi değil mi?

Çünkü her iki yerde de aynı işçilik kullanılıp aynı üretim yapıldığı halde, -o vergi ister işçiden kesiliyor isterse işverene yükleniyor olsun- işçilik giderlerinde biri diğerine göre yüzde elli daha “maliyetli” üretim yapmaktadır.

Bu bir örnek; ve tabii ki verginin kaçırılmasındaki haklılığı değil, bir üretimde işçiliğin (ücretin) vergilendirilmesi halinde üretim maliyetlerinin ne kadar farklı olacağını göstermek için verildi.

Bizim vergi sistemimiz, ne yazık ki yukarıda adı verilen kurumlar da “uygun” gördüğü için, devletin bütçesini oluştururken ücret gelirlerini; “kazanç”, “rant”, “servet”, “lüks tüketim” gibi unsurlardan daha ağır bir biçimde vergilendiren bir nitelik taşır.

Bu durum, son zamanlardaki siyasi rekabet dolayısıyla asgari ücret düzeyi için bir ölçüde giderilmiştir ama, bunun üzerindeki düzeylerde hala geçerlidir.
Dikkat ederseniz, bir üretim yerinde en alt düzeyde yani kol kuvvetiyle çalışanın ücreti vergiden arındırılmıştır ama, çalışan kalitesi yükseldikçe ücreti de yükselen teknik adam, üst düzey yönetici türü çalışanların vergi yükleri hayli yüksektir.

Gelelim bu durumun ekonomiye ve dolayısıyla üretime olan etkisine…

1.Hangi mal ya da hizmet sektöründe olursa olsun ve bordroda yazılı vergiyi kimin ödediği kabul edilirse edilsin, o bordrodaki vergi; aslında istihdamın, bir başka yönden ise üretim maliyetine giren işçiliğin maliyetine eklenir.

2.Bordrodaki bu vergi, üretim açısından düşünüldüğünde “üretim vergisi”dir.

3.Bir ülke, devletin ihtiyacı olan vergiyi çeşitli kesimlere yüklerken, bu tercihinde ücret gelirleri üzerine ne kadar yük bindirirse, sonuçta kendi üretimini de o kadar köstekliyor demektir.

4.Ücretler üzerindeki verginin düşük ücretler üzerinden kaldırılması üretime bir ölçüde yarar sağlasa da, “ancak düşük ücretli işçilikle yapılan üretimin” desteklenmesine, dolayısıyla; yatırımcıların, üreticilerin daha çok düz işçilikli basit üretime kaymasına neden olur.

Bizde teknolojik ürün üretilememesi, ar-ge çalışmalarının yetersiz olmasının maddi nedeni budur. Çünkü araştırmalar, geliştirmeler ve ileri teknolojili üretim yüksek ücretli eleman gerektirir ve bu bizde devlet eliyle pahalılaştırılmıştır.

5.Ücretler yani bir başka açıdan “üretim maliyeti” açısından üreticiye yüklenen “yük” kaldırıldığında ya da ciddi biçimde hafifletildiğinde bütçe gelirlerinde önemli bir azalma olur denebilir. Bu aslında bütçenin önemli ölçüde üretim maliyeti içindeki işçiliği ne kadar ağır vergilendirildiğinin de kabulüdür.
Böyle bir durum, Türkiye’yi siyasetçilerin deyimiyle “orta gelir tuzağında” nedenini pek de anlayamadığı ama nasihatlerinden çıkmadığı o kurumların mutlaka çok iyi bildiği ekonomik “debelenmenin” ciddi bir nedenidir.

6.Üreten bir Türkiye ancak üretim maliyeti düşen bir Türkiye ile olur.
Bunun yolu; ücretler yani üretim maliyeti içindeki işçilik üzerinden alınan vergilerin ciddi biçimde “kaldırılması” ama buradan doğacak açığın diğer gelir, servet ve lüks tüketim unsurları üzerine “kaydırılması”dır.

7. İçerideki yerli üreticinin ithal malla rekabetinin de, dışarıya üretim yapan ihracatçının küresel piyasadaki rekabetinin de en kolay sonuç verecek, en kalıcı olacak yolu “yerli malı üretim” içerisindeki işçilik maliyetlerinin düşürülmesi yani devletin işsizliğin bu kadar büyüdüğü, dış ticaretin açık verdiği bu ülkede mal ve hizmet üretimi üzerinden vergi almaktan vaz geçmesidir.