ŞİMDİ NEDEN HER ŞEY
KİTAPLARDAKİ GİBİ DEĞİL BE USTA?



Adam belediye otobüsünde -her ne sebepleyse- birisiyle ağız dalaşına tutuşmuş yüksek perdeden anlatıyor:
“Bu memleket zaten sizin yüzünüzden” falan filan…
Belli ki itiş kakış arabada kendisine dokunan bir şeyler olmuş.
O trafik gürültüsünde, bu konuşulanları gerilerde oturanların pek duyamadığını kabul edersek bile yolcunun en azından yarısı "dinlemede"
Anlattı, anlattı, anlattı…
Belki hızını alamayıp daha da anlatacaktı ki; onun bir anlık yutkunmasını iyi değerlendiren bir başkası lafı “patlattı”:
“Kitap gibi konuştun be usta”
Birkaç kişi işitilir biçimde kıkırdadı, sonra nisbeten sessizlik…
“Kitap gibi konuştun be usta”
“Kitap gibi”
"Kitap"
Bu laf “Kes artık yeter” mi demekti?
Bir “takdir”di ve destek için miydi?
Yoksa “Bu senin anlattıkların ancak kitaplarda yazar, bunları burada boşuna anlatma, bizde geçmez” demek mi istedi, doğrusu o anda tam çıkaramadım.
“Kitap gibi anlatmak”, “kitaptan anlatmak” ama etraftan pek de kabul görmemek!
Yol boyunca düşünürken “Kitabilik” sözcüğü geldi aklıma.
Mutlaka bir ara karşılaşmışsınızdır; bizde bir işin kitabını okumuş-yazmış olanın söylediğine bazen pek itibar edilmez de “O senin dediğin sadece kitaplarda yazıyor” falan denir bilirsiniz.
Bu, bir ölçüde de olsa “küçümseme” edasıdır,
“O anlattıklarının hayatın gerçekleriyle ilgisi yok” falan anlamında bir tavırdır.
Enteresan…
Adam oturmuş bir işin ilmini yapmış, şüphesiz biliyor ve doğruları söylüyor ama bakıp görüyorsunuz ki, bilimin ya da o konudaki eğitimin yanından “teğet” bile geçmemiş kimileri buna inanmıyor ve dolayısıyla itibar da etmiyorlar.
“Bilmişlik” demek zor olacağına göre bir garip “özgüven” olabilir mi?
Haydi bir adım daha ileri gidelim:
Bırakın belediye otobüsündeki o ayaküstü dalaşmalarda söylenenleri, geçenlerde bir “üniversite hocası”, -ki kendisinin de mutlaka bilimden yana olması gerekirken- katıldığı televizyon programında tuttu; “Okumuşlardan korkun” “Bizde okuma oranı artıkça beni afakanlar basıyor” dedi.
Sonra bu “hoca”nın meğerse YÖK denen üniversiteleri yöneten kurumun, denetleme kurulunda olduğunu yani oranın bile yanlışını doğrusunu söyleyebilecek bir yerde görevli olduğunu öğrendik.
İnanılır gibi değil...
Öyle olunca da hangi hesaba vursan anlaşılabilecek gibi değil.
Şimdi bu durumda iki olasılık var:
Birinci olasılık, bizim ülkemizdeki kitapların ve dolayısıyla eğitimin insanların günlük yaşamına, bu toplumun gerçeklerine uygun şeyler vermiyor olması, onlarda gayet “ütopik” şeylerden söz edilmesi;
İkincisi, bu toplumun inanılmaz ölçüde yozlaşmışlığı dolayısıyla; okuyan, doğrulardan söz eden herkese ve her şeye tepkili olması.
Ama her iki durumda da ortak bir taraf var:
İnsanlarımızın önemli bir kesimi bilimsel anlamdaki “kitap”larda yazılı olanlara da, oralarda yazılı olanları dile getirenlere de biraz “mesafeli”ler.
Örneğin
“Bak bunun doğrusu budur, haklı olanı budur” dendiğinde “kitap gibi konuştun” havasında bir tepki gösteriyor da; “Abi olacak o kadar, idare et burası Türkiye” dendiğinde sesini kısıyor, hatta bu söylenene hak verir ve “mesaj alınmıştır” dercesine başını sallayıp bir uzlaşı havasına giriyor…
Peki, kitapta yazılı olanla günlük yaşamın pratiği arasındaki bu “ara açıklığı” neden?
Kitaptakiler sonuçta o insanların daha adil, daha güzel yaşaması için belki de yüz yılların toplumsal imbiğinden süzülüp gelen bilgiler değil mi?
O bilgiler hiç, bu insanların kabul edemeyeceği yanlış şeyleri dayatıyor olabilir mi?
Bu soru galiba Türkiye’deki “gidişat”ın doğru anlaşılabilmesi açısından da çok önemli.
Öyle ya; bir tarafta, “kutsal kitabı” kastedip “bak bu kitapta…” dediğinizde akan sular duruyor,
diğer tarafta çok doğru şeyler bile söyleseniz, o söyledikleriniz kitabî sayılıp hafife alınıyor.
Nasıl yorumlamalı bu “durum”ları?
*
Nedenlerden biri, okumamışın yani bilim anlamındaki kitapla ve eğitimle pek yakınlığı olmayanların “diğer”lerine tepkisidir diyebiliriz. Birinci gruptakilerin “diğerlerini” çekemeyerek böyle bir tavır almaları çok da önemsenmeyecek bir durum değil.
Ancak, peki okuma yani “kitabîlik” düzeyi yükselirken ne oluyor insanlarımıza diye baktığınızda bu ayrışma yine devam ediyor işin kötü tarafı…
Örneğin üniversite öğrencisi de olsa, büyük bir kesim hala o bilimsel “kitap”ların yazdığına, o kitaplarda yazılanları söyleyenlere değil de yine “bir başka şeye” itibar ediyor.
Bu “başka şey” acaba o bilim kitaplarının atladığı, göremediği ya da toplumu körü körüne yanlışa sürüklediği “şeyler” olabilir mi?
Olamaz.
Bu konuda her şeyi “olası” kabul edip değişik açıklamalar getirilmesini kabul edebilsek de, “kastettiğimiz bilimin” ve buna dayalı “kitabî”liğin “doğru”luğundan endişe edemeyiz.
O zaman soru şu şekli alıyor:
“Peki insanlarımız doğru olduğunu “bildiği” konularda bile nasıl oluyor da, -göz göre göre- bazı doğruları kendi gerçekleri ile bağdaştıramıyor, onları dışlıyor, hatta işin içine biraz da gösteriş kataraktan küçümsüyor, kendisi küçümsediği gibi etrafa da küçümsediğini gösterme gereksinimi duyuyor?
Bu, gördüğü şeyi "görmez"lik, bildiği şeyi bilmezlik, haklıya hak vermezlik gibi tavırlar şu günlerde geniş kitlelere ulaşmışsa bunun nedenini artık kitaplarda ve bilimde değil de o insanların bakış açılarında aramak gerekmez mi?
Hatta bir adım daha gidebiliriz:
bu “kitap”ta yazanı umursamazlık -dikkatlice bakıldığında- bilim kitaplarından başlayıp kutsal kitapta yazılanlara kadar uzanan bir omursamazlık halini almamış mıdır?
Bu olay toplumu giderek kutsalı dahil “kitapta olan her şeye karşı” ve sadece o “kendi kafalarındaki yazılı olmayan kitaplarına göre hareket eder” hale getirmiyor mu?
*
Bizce Türkiye’de insanımızın çok büyük kısmı resmi rakamların gösterdiklerinden ve sanıldığından çok çok daha ağır koşulların yarattığı bir travma yaşamakta.
İşte bu “sanıldığından daha ağır travma” onları yine bir o kadar da “sanıldığından daha ağır bir ayakta kalabilme savaşı vermeye” zorluyor.
Onlar bu savaşta ne yazık ki doğrunun, haklının, kitapta yazılı olanların değil sadece ve sadece o gün için kendilerini ayakta tutabilecek olanın dediğine “eyvallah” demek zorunda hissediyorlar kendilerini.
Onlara göre “günü kurtarmak” için kitapta anlatılanlara değil kendisinin "o andaki" çıkarına uygun olanı doğru kabul etmek ayakta kalabilmenin olmazsa olmazı.
Denecektir ki, “İyi de, bu düzenin nimetlerinden pekala yararlanan, tuzu kuru ama yine de onlar gibi davrananlar yok mu?”
Olmaz olur mu? O kesim, bu çarpıtılmış düzenden çıkar sağlayan, bu çarpıklığın devamı için rol üstlenip nemalananlar.
Yani "düzen" "baz" lar.
Yoksa bir YÖK üyesinin okumuşluk karşıtlığı yapması, cahilliğe güzellemeler düzmesi başka türlü açıklanabilir mi?
Türkiye, ne yazık ki yoksulluk sınırının altındaki 40 milyonuyla, işsiz ve haliyle “parasız” olup “kendi kazancıyla bir dilim ekmek bile alamayan” 10 milyon insanı ile "sanıldığından" ya da "gösterildiğinden" daha da çaresiz hale getirilmiştir.
Bu koşullar altında olan ve yıllardır bu durumun yarattığı travma ile yaşayan insanların kabul edecekleri tek gerçek, tabii ki sadece ve sadece o günkü çıkarlarının gösterdiği, ona çıkarcılarının kabul ettirdiği gerçeklerdir.
Bu gerçekler, hak, hukuk, adalet konularında vurdum duymazlıktır,
Bu gerçekler ufak bir “imkan” karşısında bir yerlere "yazılmak"tır,
Bu gerçekler altta kalanın canı çıkar aman ben üstte kalayım endişesidir.
Bu gerçekler, “Senin için ölmezsem ben zaten ölmüşüm” hesabıdır.
Otobüste anlatan adam aslında çok haklı,
Kitaplar hep onun dediklerini yazar ama, o “kitap gibi” konuşurken bu topraklarda hayat çok başka türlü akmakta.