Y

 

ÜRÜYÜŞE HAYDİ HAYIRLISI DİYELİM,
MALUM "BİZDE GÖÇ YOLDA DÜZÜLÜR"



Baştan söyleyelim:
Türkiye’de “adalet” üzerine tartışmaların bu kadar arttığı bir dönemde ana muhalefet partisi liderinin başlattığı yürüyüşü çok olumlu bulduk ve yürekten destekliyoruz.
Toplumda “adalet” konusunda böyle yaygın bir endişe varsa, bunun bir şekilde siyasetin ve aslında Türkiye’nin gündemine getirilmesi tabii ki uygulamanın arkasında olan iktidarın değil, karşısında olan muhalefetin göreviydi.
Bu yazının yazıldığı gün itibariyle, Sayın Genel Başkanın üçüncü etap yürüyüşü de; kendisi açısından olanca dinamizmiyle, “eylem” açısından ise giderek artan bir ilgi ve katılımla devam ediyor.
Bu katılımın İstanbul’a yaklaşıldıkça daha artacağı da belli oldu..
Dış basının yani Dünya'nın dahi ilgiyle izlediği bu ciddi eylemle ilgili haberlerin partiye yakın bir kanal dışında Türkiye'de pek verilmemesi hemen herkesin dikkatini çekiyor sanırım.
Her açıdan “Haber” olan bu eyleme sözde gösterilen ilgisizlik, onu önemsiz görme(!) durumu belki de bizim medyanın hangi ölçülerde baskı altında olduğunun, ne kadar da taraflı olmak zorunda kaldığının ya da bırakıldığının çok açık "göstergesi"dir..
Buna rağmen eylem ses getirebilir mi?
Bizce bu koşullar altında mutlaka başarı sayılır. Hani “adım adım Anadolu” gibi bir deyim vardır ya, işte bu da bir açıdan adım adım Anadolu gibi bir şey.
Her gün ayrı bir bölgeden geçmek, her akşam ayrı bir yörede konaklamak elbette oralardaki insanlara hiçbir engelle karşılaşmadan ulaşmak, onlarla kucaklaşabilmek için en uygun durum.
Kaldı ki, baskı altında verilen iç bayıltıcı, sürekli tekrar ve yapmacık ya da hamaset kokan haberlere(!) göre şimdi insanlarımız bu olayı kendi gözleriyle görebiliyor ve bizzat şahidi olmaktan dolayı tabii ki televizyonda görmekten daha fazla etkileniyorlar.
Katılımın giderek artması, konaklama yerlerinin çevreden gelenler tarafından birer buluşma, birer ziyaret yerine dönüşmesi de sanırım yaratılan bu sıcak, içten ilginin başlıca nedeni.
*
Yürüyüş beklenen sonucu sağlar mı?
Bu,“Muhalif”inden “muvafık”ına yani siyasetin birbirinin karşısındaki her iki kanadının da meraklandığı bir konu olsa gerek.
Ve aslında bu konu üzerine bir şeyler söylenecek, katkıda bulunulacaksa asıl bu soru üzerinde durmak, irdelemek gerekiyor.
Şimdi kendi düşüncelerimizi sıralayalım:
Konuya yakın ilgi duyan bir sevgili dostumun da dediği gibi bardağın dolu tarafından da boş tarafından da söz etmek mümkün.
Dolu tarafı şu: Bir kere parlamentonun bir görüşme/müzakere yeri olmaktan uzaklaştırılıp, iktidarca adeta “şimdilik uyulması gereken prosedürler merkezi” gibi görülmesi; Genel Kurulda, komisyonlarda yapılan konuşmalarda kimin ne dediğinden çok kimin daha çok parmağa sahip olduğuna bakılan bir “parmak sayma merkezi” haline getirilmiş olmasından dolayı, sadece orada oturarak milletin vekilliğini yerine getirmenin mümkün olmadığı ortadaydı.
Ayrıca sırf bu nedenle, siyasetin orada beklemekle yetinmek yerine adım adım halkın arasında dolaşması, bu işi ceylan derisi koltuklarda ve klimalı salonlarda yapmadığını göstermesi açısından da olumludur.
İnanıyoruz ki, genelde iktidar kanadına mensup olduğu için içine sinmese de “adaletin bu günkü haline” karşı çıkamayan, kolayca karşı çıkamayacağını düşündüğümüz insanlarımız da kendi ayaklarına gelen, aralarında dolaşan bu bakış farkından etkilenecekler, etkilenmeleri arttıkça kendi kanatları içerisinde o “yanlışları” dile getirebileceklerdir.
“Daha daha…?”
Ünlü sözdür, “İyinin düşmanı daha iyidir” denir.
Peki, mesele konuya herkesin kendi fikrince katkıda bulunmasıysa, bu olaya sevinenlerin “işte budur” demek yerine “daha da iyisini dilemeleri” “iyi”nin taraftarlarınca yanlış değerlendirilebilir mi?
Kuşkusuz öyle değerlendirilmemeli, yoksa yakalanan her başarıyı bir nihai hedef saymakla o başarı çıtasını daha da yukarı çıkarma şansını kendi elimizle sınırlamış olmaz mıyız?
O zaman biz de “daha iyi” için kendi görüşlerimizi kısaca açıklamaya çalışalım.
1.
Gerçi sonradan “birlikte” yürümektan söz edildi ama, başlangıçta sadece Sayın Genel Başkanın “tek başına” yürüyeceğinin açıklanması, eylemi daraltabilirdi.
Sayın Genel Başkan elbette ki partinin başı ve tek başına temsilcisidir ama, örgütteki her görevlinin kendi bölgesindeki “tekliği” gerçeği dolayısıyla ve bu eylemin aslında tüm yurdu ilgilendirdiğinin altının çizilmesini sağlamak üzere en azından 81 il başkanının katılımıyla yapılması, belki de şimdiki “iyi”den “daha da iyi” etki yaratabilirdi.
2.
Bu önerimizle de uyumlu olarak, yürüyüşün Ankara’dan değil, her ilden ve Genel Başkanın da ya en büyük ilden ya da kendi seçim bölgesinden Ankara’ya doğru planlanması daha etkili olabilirdi. Çünkü böyle bir durumda, 81 hareket noktasından her biri birer eylem noktası, o yöreler için birer “haber” olacaktı.
Kaldı ki hareketin Ankara’ya doğru olması, aynı zamanda çözümün de Ankara’da, Yüce Mecliste aranmak istendiğinin işareti olurdu.
3.
Slogan olarak “Sadece adalet”in öne çıkarılması, belki insanların konuya daha fazla odaklanmasını daha somutlaşmasını sağlamaya yönelik olarak düşünülmüş olabilir ama, şurası da bir gerçek ki bu yangınlardan kurtarılması gereken, sadece ve tek başına “adalet” değildir.
Her kesimin kendine göre farklı somutları olduğunu da kabullenmek gerek.
Olayı biraz daha derinleştirirsek, aslında adaleti de kapayan “hukuk”un bile bir altyapının yansıması olduğunu söylemek ve alt yapıda değişiklik olmadan üst yapıda esaslı ve kalıcı bir değişikliğin olamayacağını göz önünde bulundurmak ve söylemek gerekir.
4.
Türkiye’nin hukuku, devlet düzeni dahil bu günkü alt yapısı, başlangıcı İkinci Dünya Savaşının bitimi olan 1944-1945 yıllarından büyük ölçüde etkilenmiştir.
Hatırlanacaktır, 1946’da Bretton Woods anlaşmasının yürürlüğe girmesi ile Amerika, kısa sürede paranın patronu olmuş, yıkılmış Avrupa ülkeleri ve Türkiye dahil tüm “Batı”yı kendi ekonomik kontrolünde tutacak Dünya Bankası, IMF, OEEC(Sonradan OECD oldu) gibi kurumları ve daha bir nicelerini oluşturmuştur.
Bu gün Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeleri önce korkutup sonra onlarla ticaret(!) yapan büyük patronun, bu niyetle Ortadoğu ülkelerini nasıl harmanladığı, biz dahil bu bölge için “büyük proje”leri olduğu tartışmasız bir gerçektir.
Bu projelerin tamamının amacının “kendi ekonomik çıkarı olduğu ve buralara uygulanan siyasetin de dbölge halkları, demokrasi falan için değil sadece ekonomik çıkarları doğrultusunda “yapılandırılma gayreti” içinde bulunulduğu ortadadır.
Bu tablo dolayısıyla Türkiye, Demokrat Parti hareketi ile birlikte 1946’lardan günümüze kadar bu yapılandırmanın hedefinde olmuş ve tabii ki çok etkilenmiştir.
Bu etkilenmenin, giderek Türkiye’nin hukuk ve adalet anlayışına kadar uzanacağı açıktır. Çünkü ekonomik çıkarları genişletmenin siyasetle, siyasi gelişmelerin de kalıcı olabilmesi için kendi mevzuatı ve hukuk, adalet anlayışıyla pekiştirilmesi bu işin en doğal gereğidir.
Bir ülkeyi ekonomik olarak avcunuza alır ama orada siyaseti ve hukuku kendinze uygun hale getiremezseniz kalıcılığınızı garanti altına alamazsınız.
Şimdi bu anlatılan yapılaşma karşısında, olanlara külliyen karşı durmak yerine, diğer unsurların bir kenara bırakılarak “sadece adalet” le yetinmek mümkün müdür?
Umarız, bu konuda yüreğimizi ferahlatacak yeni açıklamalar, yeni adımlar bu yürünen yol boyunca gelecektir.
Ve bu katılımlar, elbette ki yıllardır Türkiye’nin “bağımsız” yapısını reddeden, onun özgüvenini, üçüncü dünya ülkelerine, orta doğuya örnek ve lider olabilecek güçlü yapısını bozma gayretinden etkilenen 80 milyon yurttaşımızın çıkarını kişisel çıkarlarını da ilgilendirmekte, bu nedenle de ilgisini çekmekte olacaktır.
Türkiye eğer bu tür üstyapı değişiklikleri ile bunaltılıyorsa, elbette bu bunalımdan etkilenen On milyon dolayında işsiz, bir o kadar sözde işli ama yeterli ücret ve sosyal güvenlikten yoksun bırakılmış çalışan, 14 milyon kıt kanaat geçinen emekli, ektiğinin karşılığını alamayan milyonlarca köylü, ineğini kesmek zorunda kalan besici, dükkanını kapatmak zorunda kalan batık esnaf, borç sarmalındaki sanayici, geleceğinden endişeli öğrencilerimiz, sanatını yapamayan sanatçı ve daha pek çok mağdur kesim de başlatılan bu yürüyüşte “ben de temsil edilmek isterim” “benim de sorunlarım var” diyecektir.
5.
Devlet bir ilişkiler ağı, bir “sistem”dir.
Son referandum olayında görüldüğü gibi, sadece bir tek şeyi değiştirmeye kalktığınızda bile birbiriyle bağlantılı olarak hemen bütün devlet mekanizması etkilenir, bu işleyişi düzenleyen “mevzuat” neredeyse tümden değişir.
O halde değişimi “sadece adalet”ten başlatmak istemek yerine yukarıda saydığımız bütün kesimlerin de “arkanızdayız” diyeceği daha geniş tabanlı, daha “damardan” bir taleple başlatmak, haydi başladı artık diyelim; gelişmeyi bu kesimleri de kavrayacak şekle evriltmek bu “iyi”yi “daha iyi”ye yükseltmeyecek midir?
Şimdilik “Haydi hayırlısı” diyelim, malum; “göç yolda düzülür” bizde.