“Düyun-u Umumiye” yeniden gündemdeyken
bu konuda kısa bir ufuk turu atalım mı?



“Düyun” ne demek?
Arapça “deyn” kelimesinin çoğul hali.
Peki “deyn”?
İslam hukuku ona, şimdiki gibi “borç” deyip geçmemiş, “zimmet” anlamını da yüklemiş.
Yani “geri verilmesi gereken, elinde tutanın sahibi olmadığı şey”
Buna göre, borçla alınan bir şeyin gerçekten “mal” haline gelebilmesi için o şeyin borcunun ödenmiş olması gerekiyor.
Örneğin borç parayla saray da yaptırsanız, o yaptırdığınızın sizin malınız olması için mutlaka borcunun ödenmiş olması gerekiyor.
Aksi halde o size alacaklının teslim ettiği bir “emanet”ten öte gidemiyor.
Derinbir felsefenin ürünü değil mi?
Birilerinden bir şeyler alıyorsunuz, fiilen elinizde tutuyorsunuz ya da kullanıyorsunuz ama karşılığını ödemediğiniz için henüz o sizin malınız sayılmıyor.
O istendiğinde derhal geri verilmesi gereken, aslında alacaklısına ait bir mal ya da değer.
*
Peki Osmanlı ya da bu gün ona öykünenleri de düşünerek soracak olursak “Osmanlıcılar” aynı anlayışı sürdürebilmiş mi?
Ne gezer?
Her devirde “ucu açık” borçlanılmış.
Yani geri ödemeyi düşünmeden, vadesi geldiğinde hep üzerine biraz daha borçlanarak günü geçirerek.
Sonra da o borca bata bata edindiği şeyleri “benim malımdır” diye kabul ederek.
Birileri kendi parasıyla yol, köprü, tünel mi yaptı memlekete örneğin; bu senin mi şimdi mesela?
Ne gezer, millet on, yirmi, belki de otuz yılda bedelini ödeyene kadar parasını verip yapan adamın.
Zaten modelinde de ne diyor: “Gel arkadaş, kendi paranla yap, kendi hesabına işlet, şu kadar zaman sonra da bize “devret”.
Yani o tarihten itibaren bizim malımız olsun.
*
Politikacı “kaça-kaça” gidip bir yerlerden borçlanıyor, sonra bu paralarla bir şeyler alıyor, yaptırıyor sonra da “bak vatandaş” diyor, “eskiden var mıydı bunlar, şu esere bak bunları ben yaptım”.
İyi güzel de, bir milli ekonomi ya da bizim deyimimizle “milletin ekonomisi” her yıl dışarıyla olan alım satımında 50 ile 100 milyar dolar dolayında açık veriyorsa, aldığı borçlar yani “zimmeti” giderek yükseliyorsa, o borçlarla yapılanlar,“bunlar bizim malımızdır”“bak nelerimiz oldu şimdi” deme hakkı var mı?
“Borçtan korkmayın” “borç yiğidin kamçısıdır” demekle doğru bir şey mi söylüyor politikacı?
Alınan her dış kredi, alınan her dış borç,bir yanıyla akın akın bu memlekete geliyor da bize algılatılmak istendiği gibi “gelir” yani “gitmeyecek” gibi kabul edilebilir mi?
“Biz yüzde şu kadar büyüyoruz, kalkınmamızın dayanağı o borçlanarak yaptığımız tüketimdir” demek “gerçek” ya da en azından islami anlamda “büyüme” yani malvarlığımıza bir ilavedir denebilir mi?
Ya arka planındaki “büyüyen borçlar”
Ya da “deyn” anlamında söylersek “alacaklı olanların bizden alacakları anapara ve faizleri”?
*
Osmanlı, bir sülalenin yönetiminde olmak ve aile iktidarını her şartta sürdürebilmek amacıyla, taa1854 yılından battığı tarihe kadar sürekli borçlanmıştır.
Kime?
Bir taraftan da “kafir” dedikleri; bir ucu, tümü gayrımüslim olan Galata bankerlerinde, diğer uçları İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da, Avusturya’da olan alacaklılarına değil mi?
Ayrıca; bu borçlanmaya rağmen;sarayın masrafları, padişahın kendi malvarlığının giderek yükselmesi dışında bu paralarla kendi “Teba”sıyani bu millet için hangi hizmetleri yapmıştır? İstanbul ya da Anadolu birkaç köprü, birkaç cami, birkaç çeşme, birkaç türbe dışında ne vardır?
Çoook şey yahu diyecekseniz bir durun da bakın bakalım o “alacaklı” ülkelerin şehirlerindeki muhteşem yapılara; bakın Londra’ya, Viyana’ya, Paris’e, Roma’ya, Amsterdam’a ve kıyaslayın: Borç veren ülkeler ne kadar imar edilmiş, borç alan ülke ne kadar?
Bu gidişat çok da beğenilecek halde değildir. Çöküş, ancak cumhuriyet rejimi gelince değiştirilebilmiş ve bir yandan Osmanlı’nın kötü mirası “düyun” yani “borçlar” ödenirken bir yandan da fabrikalar kurulmuş, demir yolları geliştirilmiştir.
Şimdi günümüzde yine Osmanlı, yine dış borçlar ve “parayı nerden bulalım” meselesi konuşulurken çok kısa bir özetini de yapalım bu “Düyun” yani Osmanlı borçları olayının...
*
Osmanlı, fütuhat yani kılıç kullanarak genişleme ve hakimiyet devri sona erdikten sonra bir süre bunun getirileri ile idare etmiş ama 1850 dolaylarından itibaren “kafir”e borçlanmaya başlamış ve bu borçlanması giderek büyümüştür.
Osmanlı’nın bu tarihten itibaren kendi yediği içtiği dışında eğer bir tarafa diktiği bir tek taş varsa bile, bu kendi parasıyla değil alacaklılarının parasıyla yapıldığı için yukarıda belirttiğimiz anlayışa göre tamamı “zimmet”tir.
Yani bir gün faiziyle, komisyonuyla birlikte bedeli geri ödenmedikçe alacaklılarının eseridir.
Borçlanma, çeşitli kaynaklara göre 1850 yıllarında başlamış veçok kısa bir sürede bu günkü deyimle “çevrilemez” hale gelmiştir.
“Düyun-u Umumiye”, bu “çevrilemez borçlar”ın en sonunda“alacaklılar eliyle” çevrilmesi, yani onlar tarafından devlet gelirlerine el konması, temel bir devlet fonksiyonu olan “vergi toplama” işinin yabancı ellere bırakılmasının adıdır.
-Osmanlı’da 1856 yılında moratoryum ilan edilmiştir. Yani dünya aleme “Osmanlı olarak biz borçlarımızı ödemekte acze düştük” denmiştir.
-1881 yılında “Düyun-u Umumiye” İdaresi kurulmuş ve bu idare, birkaç yıl içinde şimdi Cağaloğlu’nda İstanbul Erkek Lisesi olarak kullanılan binayı inşa ettirip Hükümete birkaç yüz mesafedeki merkezinden, Osmanlı yerine, doğrudan kendisinin topladığı vergilerle alacaklarını tahsil etmeye başlamıştır.
-O tarihlerde Osmanlı maliyesi ve ekonomisi bu idarenin etkisi, baskısı altındadır. Bu etki-baskının ölçüsü hakkında bir fikir vermesi için kadroları söyleyelim:
Düyunu Umumiye’nin1912 yılı kadrosu 9 bin kişidir ve Osmanlı’nın kadrosundan geniştir.
O Osmanlı borçlarını ve dolayısıyla devletin maliyesini-ekonomisini kimler idare ediyordu biliyor musunuz?
Söyleyelim:
Yedi üyeliydi Düyun-u Umumiye yönetim kurulu.
Başkanı ve beş üyesinden: Biri İngiliz veya Hollandalı, biri Fransız, biri İtalyan, biri Alman, biri de Avusturyalı;
Diğer iki üyeden biri yine gayrımüslim olan Galata bankerleri temsilcisiydi.
O yönetim kurulundan sadece birisi Osmanlı’nın temsilcisiydi.
Osmanlı’nın borcu, ancak 1954 yılında ve bu Cumhuriyet Hükümeti tarafından ödendi.
O dönemde en uzun (31 Ağustos 1876-27 Nisan 1909)saltanat süren padişahı II Abdülhamit’ti.
En yakın dostu ve “danışman”ının bir Galata Bankeri olan “yorgozarifi” olduğunu yazar tarih.
II Abdülhamit o zor dönemdeki devlet işlerinin başı olduğu kadar aynı zamanda Avrupa piyasalarının iyi bir borsa oyuncusudur.
Sultan’ın paraları, tahvilleri ve altınları Avrupa bankalarındadır.
Musul'daki petrol yataklarını özel mülkiyetindedir. Madenişletmeleri ve fabrika yatırımlarıvardır.
Hereke Halı Fabrikası bunlardan biridir. Tramvay, vapur işletmesi ve çeşitli maden imtiyazlarında payları vardır, Osmanlı Bankası'ndaki nakit varlığı 13 bin 700 Osmanlı altınıdır,creditlynnaisbankasındaki varlığı bunun dört katıdır. Anadolu Şimendiferleri ile Selanik Limanında hisseleri vardır.
Borca batık bir ülkenin başındaki padişah için bunlar sanki “yok canım o kadar da değildir” dedirtecek cinsten gibi değil mi?
Peki ya tapu kayıtları ne gösteriyordu acaba falan desek?
Biliyor musunuz;
Daha üç ay olmadı, 7 Kasım 2016’da Türkiye Cumhuriyeti Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Daire Başkanı açıkladı ve gazeteler yazdı:
Kimilerince bu memlekete hizmeti yere göğe sığdırılamayan, Düyun-u Umumiye devrinin “hakanı” II Abdülhamit’in devletin elindeki 3 ayrı tapu defterinde yer alan kayıtlara göre 2.369 kadarı Türkiye’de,4.280’i Yunanistan’da, Arnavutluk’ta, Bulgaristan’da ve Makedonya’da olmak üzere toplam 7.756 tane gayrı menkulü varmış.
Bunların 150 kadarı da birer çiftlik.
Koca ulu hakan “nemelazım, bu dünyada ben de herkes gibi mal sahibi olayım derken gidip 1+1’ler alacak değilddi ya.
Hadi soralım o zaman;
İdaresi altındaki Osmanlı iflas eder vergi toplama gibi temel bir devlet işini ve dolayısıyla maliye ve ekonomisiniyine bir Osmanlı deyimiyle “kafire” bırakırken, bütün bu malları kendi parasıyla mı satınalmış ve “deyn” anlamından kurtarıp kendi malı haline getirmişti, yoksa o mallar bu milletin 1954 yılına kadar boğazından kesip “ödemek zorunda” olduğu “Düyun-u Umumiye’nin yani “umumi borçların” büyüme sebeplerinden miydi?
Bu soruyu galiba en önce o günleri özleyenlere;
Yaptıklarını “millete hizmet dediğin de zaten ulu hakan’ın yaptığı gibi olur” diyenlere sormak lazım değil mi?