İyi demokrasi, kötü demokrasi ve
“siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz”


Demokrasi için “yönetim biçimleri arasında en az kötü olanıdır” diye bir söz vardır, duymuşsunuzdur.
Neden “en iyisi” değil de “kötüler arasında en az kötü olanıdır” derler hiç düşündünüz mü?
Örneğin “kötü demokrasi yönetim şekillerinin en kötüsüdür” falan da denebilir mi?
Bunların cevabı galiba bu son anayasa tartışmalarında var:
Malum, bizim demokrasi, kendisine aynen “geriye dön ileri marş” komutunu verdi.
Dışarıdan baktığınızda aslında tam da kitaplarda yazılı olduğu gibi görünüyordu işler..
Ortada “milletin seçilmiş vekilleri” vardı, “sabaha karşılarda, kavga dövüş de olsa konular bir şekilde müzakere ediliyordu”, değişiklik istenen maddeler “göstere göstere gizli oylanıyordu” ve ortaya bir “parlamento iradesi” çıkıyordu.
Ne vardı bunda?
İktidar partisi ve onunla aynı düşüncedeki bir diğer muhalif parti liderinin bile beğenip, oy verip Mecliste kabul ettirdiği bu “sonuç” neden bazılarını bu kadar üzüyordu?
Yoksa şu muhalifler “demokrasi”ye inanmıyorlar mıydı?
Haydi parlamentodaki “”vekil”leri geçtik, ya yarın konu “asil”lerin yani doğrudan “halk”ın önüne gelince, referandum yapılınca ne diyeceklerdi yine de istedikleri gibi bir sonuç çıkmazsa?
Yoksa bu demokrasi biraz da “alınan sonuca göre”mi iyi ya da kötü oluyordu?
*
Bir şarkı vardır “Ham meyvayı kopardılar dalından, beni ayırdılar nazlı yarimden” diye başlar.
Biliyor musunuz, bizde demokrasi denen şey de aynen o şarkıdaki meyva misali.
Olgunlaştığında belki de tadından yenmeyecek ama “ham” iken koparıldığından hiç bir şeye benzemiyor şu an.
Nerede ve nasıl olgunlaşmalıydı peki bu “demokrasi meyvası” diyebilirsiniz.
Belli ki “toplum”un içinde ve “kurucu irade”nin gerektiği ölçüde “kalıcı irade”ye dönüşmesiyle.
Bu iş böyle olmayınca, yani tam olgunlaşmayınca da “demokrasi” aynen şimdiki durum.
İki ileri-bir geri.
Hatta son zamanlarda bir ileri iki geri …
*
Toplumlar kolay değişip gelişmiyor.
Hani “şehirlilik” ve en çok da “İstanbullu olmak” konuşulduğunda söylenir ya:
“Adam üç nesildir burada doğup büyümemişse” hiç kusura bakmasın hala köylüdür diye…
Şehirlilik eğer üç nesildir bir şehirde doğup yaşamayı gerektiriyorsa, hem şehirli olup hem demokrasiyi hazmedebilmek için her halde en az on nesli falan bulmak gerekecek.
Hele bizim gibi nereden baksan bir ucu orta doğu coğrafyasında olan memleketlerde…
Düşünsenize, demokrasiyi sindirmek için önce üç kuşak kadar şehirli olmanız, feodal alışkanlıklardan, feodal yapıdan kurtulmanız lazım değil mi?
Nerdeee?
Yoğun iç göçle köycek kalkıp gelmişseniz ya da bir nedenle köyden kaçıp “şehirli” oluyorsanız, ve aslında alışkanlıklarınız ve ilişkilerinizle birlikte köyünüzü şehre taşıyorsanız, gelince de şehrin baskısına karşı koymak için mahallenizden, derneğinizden, hemşehriliğinizden kuvvet almak zorunda kalıp o çerçevenin dışına çıkamıyorsanız, aradan üç nesil bile geçse bu yapı kolay kolay değişebilir mi?
Değişmez, çünkü “köycek” şehre indiğinizde “değişen tek şey” sadece İstanbul’un bir dış mahallesine eklenen “köyünüzün coğrafi konumu”dur, “köylülüğünüz değil.
*
Malum bir taraftan da “Osmanlıyız”
Peki bu gün mirasçısı olduğumuz o Osmanlı dönemindeki sosyal yapımız, kentliliğimiz, demokratlığımızın düzeyi neydi, ne kadar okur yazar, ne kadar düşünür, ne kadar sosyaldik bir hatırlasak ya?
Padişahlardan saray şairlerine kadar Osmanlı nasıl görüyor, ne diyordu bu millet için o zamanlarda?
“Etrak-ı bi idrak” Yani “idraksız Türk”.
Ve “biat” eden değil mi?
Son Padişah Vahdettin de Rauf Orbay’la görüşmesinde
“Bir millet var koyun sürüsü…
Buna bir çoban lazım.
O da benim”
dememiş miydi?
Sonra…
Önce bir felaket yaşandı, sonra bir mucize gerçekleşti, kurtuluş savaşı verildi, peş peşe devrimler yapıldı…
Padişahın o kulları vatandaş oldu, Medeni kanun kabul edildi, kadına oy hakkı, latin alfabesi, kendi dilinde ve anlayarak ibadet, şehirli giyim kuşamı falan…
Bütün bunla aslında halkımızın istiareye yatıp kendi kendine demokratlaşmasıyla, “ille de demokrasi” “ille de medeniyet” demesiyle olmadı tabii.
Zaten kolay kolay da olamazdı…
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran “irade”nin gayreti ile yaratıldı o dünyaya parmak ısırtan “Türk devrimleri”.
Peki yine aynı “kurucu irade” ile sürdürülebildi mi?
“Maalesef” bir ülkenin tarihine göre çok kısa bir dönem sürdü.
Ve sanıldı ki bu arada toplum da bu kazanımlarını muhafaza edebilecek kadar demokratlaşmıştır…
Oysa demokratlaşma ancak “demokrat parti” ölçülerinde bir demokratlaşmaya ulaşabilmişti.
Yani henüz o eski yapısı, görüşleri, dünyası pek değişmemiş olan halkın kısa sürede içine sindirebildiği “demokratlığı” kadar.
Siyaset boşluk kaldırmaz derler.
Bu iş oldu, demokrasi artık olgunlaştı diyenler karşılarındakilere “hodri meydan” deyince, tabii ki bizim demokrasimiz de ancak o gün olabildiği kadar demokrasi olabildi.
Sonrası…
Sonrası tabii ki “o günün demokratlarının” ve “demokrasi anlayışının” yarattığı kadrolar elinde adım adım ve “geriye doğru ilerlemelerle” gelişerek bu güne geldi.
Hatırlasanıza, Adnan Menderes bir gün
“Odunu koysam milletvekili seçilir” gibi bir teşhiste bulunmuş, sonra bütün demokratlığıyla
“Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” dememiş miydi?
Öyle ya, madem “demokratlık” halkın dediğini yapmaktı, o zaman şu kutsal demokrasiyle halka hilafeti geri getirmek kadar büyük bir hizmet olabilir miydi?
İşte o Adnan Menderes, bu gün hala ve hatta zaman zaman şimdiki muhalifleri tarafından bile bir “demokrasi kahramanı” olarak anılmıyor mu?
Kahramanı buysa kendisinden ne anlamıştık o demokrasinin?
Bu örneklerden sonra bizim şu demokrasi olgunluğumuza ne dersiniz?
İyi de, ne olacak şimdi?
Niye bu çırpınmalarımız?
Halk bu gün de hala “demokratik biçimde” “anladığı demokrasi uğruna” demokrasisinden vaz geçiyorsa nasıl çözülecek bu iş?
Nasıl ulaşılacak gerçek demokrasiye?
*
Şüphesiz “günün koşulları”da etkiler bu işleri ve bazen sonuca ulaşmayı çok kolaylaştırır ama, “genelde” toplumları ileri götürenler her nasılsa aradan sıyrılıp çıkan “önderleri”dir.
Adı üzerinde, o “önderler” de “ben ne yaparsam halkın daha fazla oyunu alırım, bu dönem iktidara nasıl gelirim” diyenler değil, “ben ne yaparsam bu toplumu bir adım daha ileri götürebilirim” diyen kimselerdir.
Vizyonları vardır, geleceği herkesten iyi görüp iyi planlarlar ve günün koşullarında karşılarına çıkan her fırsatı akıllıca değerlendirip onu gerçek demokrasinin kazancına çevirirler.
“Daha kötü şartlar altında bile” başarılmış örneği yok mu bu memlekette?.
Büyük kurtarıcı da böyle yapmamış mıdır?
Halkın tercihini beklemek, arkadan esecek rüzgara bakmak yerine doğruyu, ileriyi gösterip onu “harekete” geçirmemiş miydi?
O zaman “yapılabilir” demek ki.
Yapılabilir tabii ama bakalım önümüzdeki büyük sınav bize ne gösterecek?..