|
Ah şu Osmanlı hayranlığının neden sona
ermediğini bir anlayabilsek
Son zamanlarda bu topluma müthiş bir “Osmanlı” hayranlığı pompalanıyor
farkındaysanız.
Hastanelere Osmanlı döneminden isimler konuyor,
Köprülerde padişah isimleri,
İkinci Abdülhamit yerlere göklere sığdırılamıyor,
Osmanlı Ocakları, Osmanlı futbol kulübü, Osmanlı şusu... Osmanlı busu …
Osmanlı… Osmanlı…
Peki, yirmi birinci yüzyılda bizde böyle “geriye doğru” bir “hayran”lık
depreşirken acaba o imparatorluk günlerinde nasıl bir Osmanlı vardı?
Türkler Osmanlı’ya, Osmanlı Türklere hangi “muhabbetle” bakıyordu?
Ünlü toplum bilimci, Suriye Türkmeni Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları”
adlı ünlü eserinde şöyle anlatıyor:
“Türkler, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu iken, bu topluluğun
oluşturduğu feodalizm içinde kul durumuna düştüler. Aynı zamanda,
hayatlarını bu topluluğa asker ve jandarma görevlerini yerine getirmekle
geçirdiklerinden, kültür ve ekonomi bakımından yükselmeğe zaman
bulamadılar.
Diğer kavimler Osmanlı topluluğundan kültürlü, medeni ve zengin bir
halde ayrılırken; zavallı Türkler, ellerindeki kırık bir kılıçla eski
bir sapandan başka bir mirasa sahip olamadılar.“
Bakın o dönemlerin halk ozanı ise nasıl dert yanıyor Osmanlı’dan:
“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Eken de yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı”
Peki, Osmanlı’da Türk olmanın bir “itibarı” var mıydı?
Yoktu tabii…
Şair Nefi 17.yüz yılda şöyle diyor:
"Türk'e Hak, çeşme-i irfanı haram etmiştir."
(Tanrı Türk'e irfan pınarını yasaklamıştır.)
Divan-ı hümayun'un yani sarayın kararnamelerini yazan kâtiplerinden
Kadimi Hafız Çelebi, devletin o yüksek makamından, daha 1499 yılında
yazdığı bir şiirinde bakın ne diyor:
"Devr-i daldan beri şahım eflak
Zem olur alem içinde etrak
Vermemiş Türk'e hüda hiç idrak
Akl-ı evvel de olursa bi bak
Uktülü't-türk'e velev kane ebak"
(Önceden beri benim şahım tanrıdır.
(bilirim ki) tüm dünyada kötülenir Türkler
(çünkü) tanrı Türk'e hiç bilinç vermemiştir
hele birde ukala olursa, tümden pis olurlar
baban da olsa Türk'ü öldür)
Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde şunları yazıyor:
”Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum.
Bizim çocukluğumuzda Türk, “kaba ve yabani” demekti; İslam ümmetinden ve
“Osmanlı” idik. İlmihallerde baş dersimiz ‘Din ile milliyetin bir
olduğunu’ öğrenmekti.
Vatan sözü yasaktı.
Onu ben büyüyüp de Namık Kemal’i okuduğum günlerde kitapta gördüm.
Kulağımla ancak Meşrutiyet’te duydum.
Padişah kulları idik.
Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, “Padişahım çok yaşa” diye
bağırırdık.
Amerikalı İslam tarihçisi Prof. Bernard Lewis:
“Türk kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa
asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür
içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır.
Zaman içerisinde Türk, yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi
kez Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış.
“Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için ve üstelik onları aşağılamak ve
küfür yerine kullanılır olmuş. (Irki bir anlam taşımayıp, sadece cahil
köylüleri aşağılamak için söyleniyor)” diyor.
Anlaşılıyor ki Osmanlı tarihi boyunca Türklere ancak askerlik
yaptırılıyor, ondan vergi alınıyor ama imparatorluğun diğer unsurları
kadar itibar edilmiyor, hatta açık açık hor görülüyor.
Diğer taraftan, gelmiş geçmiş 36 padişahtan sadece sekizinin annesi Türk
ve dahası 1534 yılından sonra tahta çıkanların tamamının annesi
Hristiyan.
Vezirler, sadrazamlar genelde “devşirme”. Onlar çocuk yaşta Hristiyan
ailelerden alınır, sarayda eğitilip yetiştirilir ve devlet hizmetine
alınır malum.
Bu nedenle büyük çoğunluğu Türk değil.
*
Osmanlı’nın “Türk”e açıkça mesafeli olduğu, hepsi de belgeye dayalı bu
değerlendirmelerden anlaşılıyor.. .
Haydi, bütün bunların çok uluslu bir imparatorluk olmaktan
kaynaklandığını varsayalım ve işin bu yanını bir kenara koyalım.
Peki, o Osmanlı, yirmi birinci yüzyılda, bu günün dünya ölçülerine göre,
cumhuriyet ile yönetilen çağdaş bir devlet için; yönetiminden, bilimine,
sanatına kadar örnek alınacak idealleştirilecek bir model midir?
Ona da “evet” demek mümkün değil.
Çünkü resmi, heykeli yasaklamıştı, matbaayı icadından 200 yıl sonra
kullanmaya başlamıştı.
Ve… 1579 yılında duraklamaya, 1699 yılından itibaren de gerileme
dönemine girmişti.
Yani batışına kadar geçen 342 yılda da tarih bir “ilerlemesini” yazmadı.
*
Gelelim işin başka yönüne:
1871’lerde Osmanlı sınırları içinde bulunan Musul-Kerkük petrolleri
bölgede bir çıkar çatışması başlattı.
İşte bu çatışmalarına dayanan hesapların devamı olarak Amerika Birleşik
Devletleri, 1957 yılında Eisenhower doktrini diye bilinen “Ortadoğu’da
barış ve istikrarı Koruma Projesi”ni kabul etti.
Bu “doktrin”e göre:
“Bağımsızlığını korumak için” “ekonomik kalkınma çabası içine giren”
Orta Doğu ülkelerine ekonomik yardımda bulunulacak, isteyene askeri
destek verilecek ve bu ülkeler komünizm tehlikesinden korunacaktı.
Sovyetler, Mısır ve Suriye karşı çıkarken Adnan Menderes yönetimindeki
Türkiye bu projeye olumlu bakıyordu.
Petrol yatağı eski Osmanlı topraklarında kazan kaynatılmaya başlamıştı.
*
Amerikan dış işleri eski bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 yılında
“The Washington Post” Gazetesinde bir köşe yazısı yayınladı.
Yazıda şöyle deniyordu:
“Bugün, Amerika ve müttefikleri kendilerini dünyanın bir başka yerindeki
uzun soluklu değişimlerden bir tanesine hazırlamalıdır:
Orta Doğu... 22 ülkeden oluşan ve toplamda 300 milyonluk bir nüfusa
sahip olan Orta Doğu, 40 milyon nüfuslu İspanya'dan daha düşük bir
toplam gayri safi yurt içi hasılaya sahiptir. Bu bölge, Arap aydınların
politik ve ekonomik bir "özgürlük açığı (eksiklikliği)" diye
adlandırdığı şeyler dolayısıyla geri kalmaktadır…..
Orta Doğu'nun dönüşümü hiç kolay olmayacak, hem de çok fazla zaman
alacak. Amerika, Avrupa ve diğer tüm özgür devletlerin; bölgede, bizim
insanlık özgürlüğüne verdiğimiz değerde ortak düşünceye sahip diğer
ülkelerle geniş iş birlikleri gerekmektedir.”
*
Gazeteci Arslan Bulut’un yazdığına göre; “Yine 2003 yılında ABD’nin
İstinye’deki başkonsolosluğunda, isimleri belli 10 gazeteciye; “Yeni
Osmanlıcılık” başlığı altında, “Türkiye ile ABD’nin ortak çıkarlarının
nerede olduğuna” dair özel bir seminer verilmişti. Hatta, bazı
gazetecilerin, birkaç gün ortadan kaybolması da buna bağlanmış ve “Bu
isimlerin önümüzdeki dönemde; Türkiye’nin ’milli’ çıkarları ile ABD’nin
’milli’ çıkarlarını ‘Osmanlıcılık’ maskesi altında birleştirecekleri”
ifade edilmişti”
Yani Türkiye bu olayın içine çekilirken bizdeki cumhuriyet karşıtlarını
da yanına alacak şekilde “Yeni Osmanlıcılık” diye bir senaryo atılmıştı
Türk milletinin önüne.
*
Lafı çok uzatmayalım:
Sonuçta ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çıktı ortaya.
Bu projeye göre Ortadoğu yeniden şekillendirilmek ve bu plan bize (B)üyük
(O)smanlı (P)rojesi olarak benimsetilmek, askeri varlığımızdan istifade
edilmek isteniyordu.
Hatırlanacaktır, küresel sermayenin para babası ve bu tür operasyonların
baş destekçisi Soros da “Türkiye’nin en iyi ihraç malı askeridir”
demişti.
Aradan çok sıkıntılı yıllar geçti, Ortadoğu bir kan gölüne çevrildi,
milyonlarca insan katledildi, sakat bırakıldı, aileler dağıldı, göçe
zorlandı, ekonomiler çökertildi.
Baştan hayli benimsediğimiz bu projenin, aslında bizi de hedef aldığını
duvarlara asılan haritalarından, Fethullahçı darbe girişiminden açıkça
gördük ve tavrımızı farklılaştırmaya başladık.
Başladık başlamasına ama, hala çözemediğimiz bir durum var:
O tarihi köklerimize saygı tamam da…
Bizler, bu adı sanı ve amacı belli birilerince dışarıdan bize pompalanan
ve o “Orta doğuya yeniden düzen verme” senaryosunu benimsememiz için
açıkça teşvik edilen Osmanlı hayranlığını neden hala sürdürmekte ısrar
ediyoruz?
|
|