Tekkeli zaviyeli demokrasimiz ile nereye kadar gidiliyorsa o kadar


Bizim televizyoncuların, gazetecilerin çok sık kullandığı sözlerindendir bilirsiniz;
“Ortalık aydınlanınca felaketin boyutları da ortaya çıktı” denir.
Evet, o kapkara 15 Temmuz gecesinin hemen sabahında olmasa da, günler ilerledikçe ortalık daha da aydınlanıyor.
Ne çıkıyor ortaya peki diyeceksiniz…
Çıkan şu:
Bu devlete karşı, emperyalizmin planlayıp uygulamaya koyduğu en azından elli yıllık bir plan; dışarıdan en büyük emperyalistin desteği; içeriden kimi zaman “saflık”ların, kimi zaman “ihanet”lerin rol aldığı “devleti ele geçirme” konulu bir büyük “siyaset oyunu”…
Peki kiminki saflık, kiminki ihanet?
İşte orası üzerinde durulması gereken ince bir çizgi…
*
Geniş açıdan baktığımızda ne yazık ki Türkiye resmen bir cehennemin içinde şu günlerde…
Ordunun, emniyetin, yargının, üniversitelerin, mülki idarenin şu kadarı;
Anlı şanlı patronlar, koca koca firmalar meğer hepsi de –yaşadığımız kadarıyla- “devlete” kurşun sıkacak kadar gözü dönmüş çetenin ya “iş ortağı” veya taraftarıymış.
“Mış” diyoruz da, peki bu işler yıllar boyu ince ince işlenirken farkına varılmamış mı?
İşte bu konudaki “saflık” ile “ihanet” arasındaki ince çizgi de tam bu…
Farkına varmayanların, uzun atlayan, yanılanların hepsi “saf” ise; bal gibi farkına varıp işine gelen, buna sesini çıkarmayanlar ise resmen “ihanet” içinde.
Peki kimler bunlar?
Bunu kişiler bazında elbette uzunca bir yargı sürecinden sonra anlayacağız ama tek tek adlarını bilmesek bile kaba bir tasnif yapabiliriz.
*
“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” derler.
Halkımızdan başlayalım…
Eğitim durumuna, gelenek-göreneğine, inanç yapısına bakıldığında halkımızın büyük bir kısmı bu olayda “safiyane” hareket ediyor ne yazık ki.
Emperyalistler “siz Osmanlısınız” dediğinde havalara giriyor, büyük kurtarıcısına sırtını dönebiliyor, o cahil vaiz de dahil hangi tekkede, zaviyede, hangi şeyh, şıh ve hangi cemaat dini duygularını istismar etse kolayca inanıyor.
Söylenenlerin kendi dini ile ne kadar bağdaştığını pek fazla irdelemiyor ya da irdeleyemiyor.
Hele üzerinde arap harfleriyle yazılı bir kağıt; sarıklı, cübbeli, sakallı birini görmesin…
Bütün saflığı ile inanıveriyor.
Oysa ne cübbe ile dindar olunabiliyor, ne sakal koyuvermekle…
Ne de bir sözün arap harfleriyle yazılması onu kutsallaştırıyor.
Biz onların içinden ne din tüccarlarının, ne İşidçiler, ne yobazların çıktığına şahit olmadık mı?
Dolayısıyla "kimileri" halkımızın bu saf duygularını çok kolay yönlendirip onu kendi siyasi, ticari emellerine alet edebiliyorlar.
Bu yapısal zaafları dolayısıyla şimdi bir “cehennem”e ulaşılan yolda safça yürüdüklerini ve bunca yıldır birilerince kullanıldıklarını fark edemeyen o insanlara, o bizim insanlarımıza ne denebilir ki?
Üstelik sadece bu günün sorunu da değil bu.
Belki daha yıllarca sürecek.
Başa gelen bunca sıkıntıya ve bu son musibete rağmen hala takıntıları devam edecek, içinde bulunduğu durumu hala fark edemeyecek olanlara “sen bunu bile bile yapıyorsun” “sen suçlusun” demek mümkün mü?
Bu ne yazık ki kolay kolay değiştirilemeyen ama mutlaka bir şekilde değiştirmemiz gereken bir toplumsal yapı, bir sosyolojik durum.
Şimdi “Kin” ile hareket etmiyorsak, “suçlu” arayıp kendimizi temize çıkarmak derdinde de değilsek yapacak bir tek şey var:
Onları bu takıntılarından, içine düştükleri karanlıktan kurtarabilmek için bir an evvel daha güçlü bir eğitim sistemi kurmak, bu çağda tekkede, zaviyede, cemaatte, şeyhten şıhtan hikmet bekleyerek bir yere gidilemeyeceğini, ancak gericiliğin çukurunda debelenileceğini, hayattaki en hakiki mürşidin yani yol göstericinin, ilim olduğunu bu kendi insanımıza “öğretmek”.
*
Bu yapıdaki ülkelerde geçerli “siyaset”in kötü bir kolaycılığı var.
O siyaset, kısa vadeli amaçları uğruna yani bir an önce ve bir biçimde iktidar olabilmek için "maalesef" toplumu çağdaş bir çizgiye çekmekten çok “kendisini bu yapıya hoş göstererek” oy toplamaya, iktidardaysa bunu katlayarak sürdürmeye çalışıyor.
Siyaset bilgelerinin “Bir toplumu yönetmek için kullanılan yöntemlerden en az kötü olanı” denen “Demokrasi”nin esası tabii ki halkın dediğinin olması.
Siyasetçi bu modelde tabii ki halkın sözünden çıkmayacak.
Ama, bir siyasetçi halka “sözün nedir” diye onun ne istediğini sorarken seçtiği sorular aynı zamanda alacağı cevapları da belirlemiyor mu?
Siyasetçi halkı doğrulara yönlendirmek yerine onların kulağına hoş gelen şeyleri öne çıkarıp söyleyerek başlarına geçmeyi tercih ettiğinde o toplum çağdaşlık yolunda bir ilerleme kaydedebilir, kendini aşabilir mi?
Biliyorsunuz; Türkiye, 1950 seçimleri ile tek parti idaresine son verip görünüşte demokrasiye yani “Söz milletindir” dönemine geçti değil mi?
Araştırın bakın, geçilen o “demokratik” dönemde Demokrat Parti iktidarının halk adına yaptığı ilk icraatları nelerdir:
14 Mayıs 1950’de tek parti iktidarı son buldu, Demokrat Parti dönemi başladı…
- 29 Mayıs 1950’de Başbakan Adnan Menderes “Sadece millete mal olmuş inkilâpları saklı tutacağız” diyerek milletin benimsemediğini(!) ileri sürdüğü, genç cumhuriyetimizin henüz tutunmaya çalışan devrimlerden geri adım atılacağını ilan etti.
-16 Haziran 1950’de yani seçimden sadece 32 gün sonra, 32 yıllık Arapça ezan okunma yasağını kaldırdı. İnsanların camiye kendi dilinde değil de anlamadıkları bir dilde çağrılmasını halka hizmetten saydı.
-3 Aralık 1950’de Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı ve böylece kuran kurslarına yeşil ışık yakıldı.
İlerleyen zaman içinde başka neler olduğunu hepimiz biliyoruz…
*
Bu gün geldiğimiz noktaya bakınca; askeriyeden ekonomiye, yargıdan idari yapıya, sağlıktan eğitime kadar bütün kurumlarımızla bir cehennemin içine düştüğümüzü görüyoruz değil mi?
Peki daha ilk kıpırdanmalarını 1950’lerde gördüğümüz, bu güne kadar adım adım ilerleyen bu hastalığı “en iyiyi ben bilirim” diyen Türkiye siyaseti hiç görüp okuyamadı mı?
Okudu tabii, okudu ve kimiz zaman hafife alarak, kimi zaman nerelere varacağını bile bile işin buralara kadar tırmanmasına yol açtı.
Ne diye?
Tabii ki bu siyasetin sağlayacağı “iktidar” ve dış destek uğruna.
Çünkü bu yapıda, dini siyasete alet ederek, halkın inancını kötüye kullanarak çok yanlış şeyler de yapsanız iktidarsınız. Üstelik emperyalizm de küresel kurumlarıyla, kredileriyle, istihbaratıyla her an arkanızda.
Çünkü, o yaptıklarınız bu halka ve memlekete yaramasa, hatta açıkça aleyhine de olsa size iktidar olmaya, emperyalizmin ülkeyi ele geçirmesine yarıyor.
Dolayısıyla ülkenin bu günkü duruma düşmesinde en büyük sorumlu, bu anlayışı sürdüren siyasetçilerin şahsında “popülist siyaset” kurumudur.
Bu gün yaşanan cehennem, öncelikle siyaset kurumunun ağır ihmal ve yanlış tercihlerinin sonucudur.
Siyaset kurumunun o ağır ihmal ve tercihleri ve bu yöndeki uygulamalarıdır ki;
Çıkarılan yasalar, oluşturulan kadrolar, yapılan icraat, maksatlı denetimsizlik ve çalıştırılmayan yargı, eğitimdeki çağ dışılık, ülkeyi satmaya kadar uzanan kirli çevreleri ve ilişkileri yaratmıştır.
Şimdi başımıza gelen musibet belki bir silkelenme yaratacak, bir tertip suçlu bulunacak, şöyle ya da böyle cezalandırılacaktır ama; bunu üreten siyasi anlayış değişmeden bu yapılanlar içimizi serinletebilir, siyaset artık böyle bir yanlışa düşmez diye düşünüle bilinir mi ?
O siyaset taa 1950’lerden bu yana dini istismar etmeseydi, tarikatlara, şeyhlere şıhlara kucak açmasaydı,
Tek siyasi “marifet"iyle halkın duygularına oynayarak iktidar olup ülkeyi dış destekçisi emperyalizme teslim etmeseydi,
Ekonomisi dış güçlerin çıkarlarına göre şekillenip halkını hala az gelişmişlik batağında debelendirmeseydi,
Yaratılan yoksulluk o insanlarımızı iktidarların eline bakar ve ondan medet umar hale getirmeseydi;
Bu siyasetin ağaları ve dış destekçileri duruma daha da hakim oldukça; parasıyla, medyasıyla, yarattığı kurumlarıyla ağlarını daha da sıklaştırmasaydı, bir zamanlar çökmüş bir imparatorluktan dünyaya parmak ısırtan, antiemperyalist savaşıyla üçüncü dünya ülkelerine örnek diye gösterilen Türkiye hiç böyle bir duruma düşer miydi?
Şimdi suçlu şudur, budur, falandır; o olmasaydı böyle şeyler de olmazdı diyebilir miyiz?
Dahası, gerçeği idrak edip siyaset anlayışını düzeltmedikçe "bundan sonra bir şey olmaz" diye rahat uyuyabilir miyiz?