|
Hani marş basmayınca “şu arabaya bi el
atıverelim” derler ya...
Ekonomiyi inişli çıkışlı bir yola benzetebilirsiniz.
Kimi zaman piyasa koşulları öyle iyidir ki, esnaf deyimiyle adeta “mal
yetiştiremezsiniz”.
Kimi zaman da ne yapsanız satamazsınız, kazanamazsınız, iş döndürülemez…
Kredi, borç-harç… Iıh, yürümez iş.
Tıpkı dik bir yokuşun başında arızalanan kamyon gibi.
Motor çalışmıyorsa yürütebilir misiniz?
Hani marş basmayınca gelen geçenden medet umup “Arkadaşlar şu arabaya bi
el atıverelim” denir de, yol yeterince meyilli değilse ite kaka ancak üç
beş metre yol alınabilir ya…
İşte ekonomide de aynı durum vardır:
“devletçilik bize yaramaz” liberal ekonomi olsun demişseniz, ama o
liberal piyasadaki işiniz kendi dinamikleriyle yürümezse; son bir ümit,
o “ekonomiye yaramaz” devletin işe bir el atmasını” istemektir.
Yani para kazanmak amacıyla kurulmuş, "ticari" bir işletmeye, bir özel
sektör kuruluşuna, “devlet desteği” aramak...
Bedava arsa-arazi, ucuz enerji, vergi ödememek, gümrük kollamalarından
yararlanmayı istemek falan gibi.
Peki ne kadar? Ya da nereye kadar?
İlk hızı alana, marş basana kadar mı sadece?
Yoksa o marş basmasa da daima arkasından ittirmeyi isteyerek mi?
*
Bir düşünsenize; yokuş yukarı bir yolda kendi gücüyle yürüme şansı
olmayan bir kamyonu sürekli ittirerek yol aldırmak doğru bir ekonomik
davranış mıdır?
“-Ama bu stratejik bir sektör”
Ne demek “stratejik sektör”?
Bir toplumun, bir ülkenin bu günü, yarını için “mutlaka” çalışıyor
olması gereken sektör değil mi?
Diyelim ki böyle bir sektörünüz var ve ülke açısından mutlaka ayakta
kalması lazım.
“Stratejiktir, devlete-millete lazım falan ama bu işi özel sektör
yapsın, daha güzel olur” demişsiniz bir ara işinize gelip;
Ama yapamıyor…
Aynen yokuşun başında “ittirilmeyi bekleyen kamyon” gibi kala kalmış.
Tutun ki siz devletsiniz ve her şeye rağmen bu stratejik sektör için bir
şeyler yapmak zorundasınız.
Önce azıcık ittirirsiniz değil mi?
Baktınız o ittirmeyle ancak üç beş adım gitti ve sadece ittirmeyle o
piyasa yokuşunu çıkamayacak; yani yoluna “hayat boyu” devlet desteği
almadan gidemeyecek gibi…
O zaman kamyonu hayat boyu itip onun “sahibi”, “işleticisi” olan özel
sektöre “tamam, noksanını ben tamamlarım, sen işlet, sana kazanç
garantisi benden” mi dersiniz? Yoksa “bu iş madem stratejiktir, ülke
meselesidir özel sektör yürütemiyorsa bir de üste para vermem, ben
doğrudan yürütürüm” mü dersiniz?
Toplum açısından ikincisi daha doğru değil mi?
Hiç olmazsa gereken kamu kaynağını gerektiği kadar harcar, bir de “sözde
işletmeci”ye halkın vergilerini kullanarak kazanç garantisi
sağlamazsınız.
Teşviklere biraz da bu gözle bakmakta, “teşvik” denen şeyin sonuçta bir
sektörü mü yoksa “birilerini” mi teşvik ettiğini gözlemekte yarar var.
*
Geçtiğimiz günlerde Hükümet yeni bir “teşvik” kararını açıkladı.
Başbakan’a göre “yatırımcının önüne adeta “turkuaz” bir halı
serilecek”miş.
“Turkuaz”ı bilirmisiniz?
“Mavi” ile “yeşil”in karışımıdır.
Ekonominin rengi mavidir. Bu yanı tamam. Ama o ekonominin mavisini niye
yeşille karıştırdıklarını bir türlü anlayamadım doğrusu.
İkincisi, her siyasi partinin bir ekonomi programı, ekonomi görüşü
vardır değil mi?
Partinin temel çizgisi değişmedikçe bu da değişmez doğal olarak.
Peki on dört yıldır tek başına iktidarda olup mevcut anayasayı bile
engel görmeyen bir siyasetin, on dördüncü yıldan sonra vadettiği
teşviklerle “ekonomide devrim” anlamında esaslı bir değişiklik yapma
iddiasına "iyi ama daha önceleri nerelerdeydiniz, şimdi mi aklınıza
geldi demez misiniz?
Yine de "ekonomide devrim" deniyorsa, o zaman, "parti" bununla ya ondört
yıllık ekonomik görüş ve anlayışlarından “devrim” niteliğinde önemli bir
dönüş yapacaktır; ki bu daha çok onca yıllık “yanlış uygulamaları
farkedip” “çarketmek”tir,
Ya iş adamlarının yüreklerine biraz su serpme amaçlı "abartmadır" bundan
bir sonuç çıkmayacaktır;
Ya da aynen yukarıda anlattığımız nedenlerle “yürütülemeyen” ekonominin
bu birkaç “tedbir” ile gerçekten yürüyebileceğini "ummak"tır.
*
Söylenenler kısaca şöyle:
-Türkiye’de ev alan yabancıya oturum ve vatandaşlık:
İnşaat sektöründeki tıkanmanın önünü açmaya yöneliktir. Türkiye bu güne
kadar bütün tasarruf ve borçlanmalarını imara, inşaata yatırarak
ekonomide geçici bir canlılık sağlamış ancak artık yolun sonuna
gelmiştir. Bu yolu “yabancıya vatandaşlık” ile biraz daha uzatmak
öncelikle “vatandaşlık” kavramını sulandıracak, sonra şehirlerdeki
betonlaşmayı biraz daha arttıracak ve şehre bu yolla gelecek olanlar
daha çok orta doğudan kaçanlar olacağı için ülkeyi de tam bir Ortadoğu
manzarasına sokacaktır.
-Suriyelilere daha kolay çalışma izni:
Suriye’den gelen göç, savaştan olduğu kadar giderek batıya yönelmekten
de beslenmektedir. Gelenlerin canlarını kurtardıktan sonra buralarda
kalmayıp, denizlere dökülme bahasına Avrupa’ya yönelmeleri bundandır.
Bu sebeple, haydi insanları ölümden sefaletten korumak neyse ama,
onların bu ekonomik tercihlerine basamak olmak, onları “misafir”likten
“ev sahipliği”ne çıkarmak, ülkenin dar istihdamı imkanlarını paylaşmak
yanlıştır. Üstelik kendi vatandaşımıza haksızlıktır.
Düşünsenize; yatırım olmayınca, ihracat genişlemeyince istihdam
imkânımız artmayacağına göre, örneğin bir milyon Suriyeli’yi çalışma
hayatına sokmak, aynı anda bir milyon vatandaşın işsiz bırakılması demek
değil midir?
-Stratejik sektörlerde yatırımcıya "ömür boyu" vergi bağışıklığı,
noktasal-kişisel teşvikler:
Gerek ekonomideki koşullar, gerekse “stratejik” tanımında, zaman içinde
yaşanacak değişiklikler düşünüldüğünde ne “noktasal” ne “kişisel”
teşviklerin verilmesi hiç doğru değildir. Böyle bir uygulama sadece
“Osmanlı”nın çöküş dönemindeki “imtiyaz dağıtımı”nda görülmüştür.
Ekopolitik koşullar bunu mecbur kılmıyorsa asla yapılmamalıdır.
Üstelik, o teşvik edilecek “nokta” neresidir?
O teşviki hak eden “kişi” kimdir?
Belli değil ama "tanıdık" birilerinin olacağı muhakkak.
Demek ki, bu ekonomide “en yetkili” birinin birilerine
“noktasal-kişisel” teşvikler vermesi, pek de “tarafsız” “şeffaf” bir
icraat olarak kabul göremeyecek, çok çeşitli şaibeler yaratacaktır.
-Damga vergisi, emlak vergisi, harç muafiyetleri ve hatta arazi
tahsisleri:
Bunlar,bir yabancı bir yatırımcının “doğrudan yatırımları” için
belirleyici olmaktan uzaktır.
İç-dış ilişkilerde huzursuzluk, hukuksuzluk, piyasalardaki
belirsizlikler gibi ana konular bütün dünyada ciddi endişeler yaratacak
kadar olumsuzken bu tür “ince ayar”lar asla esaslı bir unsur değildir.
Yatırımcıyı çekmenin ya da kaçmasını önlemenin yolu bu yapılmak
istenenler değil, öncelikle o endişeleri gidermektir.
-Turizme, ihracata yönelik sektörlerde istihdamın ucuzlatılması, kıdem
tazminatında hakları muhafaza:
Bunu şimdilik bir iyi niyet açıklaması olarak görmekteyiz.
Turizm ve ihracata yönelik sektörlerde istihdamın ucuzlatılması
başarılabildiği zaman alkışlayacağımız bir konudur. Kıdem tazminatında
hak kaybına yol açmadan yapılacak “yenilik” de böyle.
O kıdem tazminatı konusu, yıllardır yerli-yabancı sermayenin, IMF’in,
Dünya Bankasının “hafifletilmesi”ni yani şimdiki hakların kısıtlanmasını
istediği bir konudur. Hükümetler bu konuya yıllardır hep tedirginlikle
yaklaşmışlar sonra cesaret edemeyip geri çekilmişlerdir. Dolayısıyla
buradaki “yenilik” bir biçimde şimdi kamuoyuna sunulan gerekçesinden
önemli ölçüde “farklı” olmak istidadındadır.
-İthal ederek et fiyatlarının yükseltilmesini önlemek:
Böyle bir “tedbir” in ülkedeki “et üretimini” değil, “piyasadaki et
miktarını” arttırmak gibi geçici ve aslında yerli üretimi baltalayan bir
özelliği vardır. İthalatın lafı bile etteki üretim hevesini keserken bu
konunun şimdi üretim, yatırım konuları arasına sokulmuş olması maalesef
paketteki diğer “tedbir”lere de güveni sarsmaktadır.
-Birçok konudan daha söz ediliyor ama sözü burada kesmek zorundayız,
maalesef “yerimiz dar.”
İşte bize göre durum bu.
Bekleyelim, görelim; biz yanılıyorsak büyük bir keyifle "yanılmışız"
der, memleket hesabına seviniriz.
Yapacak olanlar yanılıyorsa, bilemiyorum daha sonra kim bilir hangi yeni
bakanlar, başbakanlar hangi ardı arkası kesilmeyecek yeni yeni reform
paketlerini gündeme getirirler.
|
|