|
Türkiye'de tarımı kurtarmak için önce
'araziyi toplulaştırmak'
Türkiye’de tarımın her yıl biraz daha geriye gittiğini hep birlikte
görüyoruz değil mi?
Öyle ya, bir zamanlar kendi kendini besleyebilen bir ülke iken şimdi
ciddi bir “gıda ithalatçısı” olduk.
İstatistiklere bakılırsa Arjantin’den Çin’e kadar; dışarıdan ithal
etmediğimiz tarım ürünü, ürününü satın almadığımız ülke yok gibi.
Bir düşünelim bakalım:
Neden bu duruma düştük?
Bu iş kendiliğinden düzelir mi?
Toprak çoraklaşıyor, aşınıyor, şehirleşme hızlı, tarım destekleri
azaldı, girdiler pahalı, köylü bu işleri bıraktı… Bu konuda ne derseniz
deyin, aslında öyle bir neden var ki, bütün bunlardan daha önemli ve
belki hepsinin de kaynağı:
Nüfus hızla artarken tarım arazileri aynı hızda bölünüyor, küçük küçük
mülkiyetler haline geliyor ve ekilip dikilebilir olmaktan giderek
uzaklaşıyor biliyor musunuz.
Böylece tarımsal işletmelerimiz küçülürken birim başına maliyetler
yükseliyor, verimlilik düşüyor ve tarım alanlarımız
ekilebilir-dikilebilirlikten ve sonuçta köylüyü “geçindirebilir” ülkeyi
besleyebilir olmaktan çıkıyor.
Üstelik bu gidişat artan bir hızla devam ediyor.
Ve bunun sonucunda da “milli üretim” düşüyor, aradaki açıklar
“ithalat”la karşılanıyor.
Tabii ki o elin malını ancak elin parasıyla, “dövizle” alabildiğimiz
için cari açığımız yani gelen-giden dövizimiz arasındaki fark artıyor,
cari açık arttıkça daha fazla borçlanıyoruz.
Ekonomi borçlanırken insanlar üretimden uzaklaşıyor, işsiz nüfus
kentlerin işsizlerini, sadakaya muhtaç ve bir yerlerden medet umarak
yaşayan ümitsiz insanlarını oluşturuyor.
Peki, bu işteki sakatlık kimde ya da nerede?
Önce şu konunun altını çizelim:
İşletme ekonomisinin temel kuralıdır: Bir işletme ne kadar büyükse
üretimindeki birim maliyetleri ve işin verimi o kadar düşük olur.
-Diyelim ki buğday ekiyorsunuz; 5 dönüm yerine 100, 1000 dönüm
ekerseniz;
-Diyelim ki hayvancılık yapıyorsunuz; 50 keçi yerine 1000, 3000 keçi
yetiştirirseniz elbette ki bu işlerdeki ölçeğiniz büyüdükçe hem
girdileriniz daha ucuza sağlanır, hem birim başına daha büyük verim
alırsınız.
Bu sadece tarımda mı? Sırtınıza pantolon-gömlek bile alsanız, bir tane
yerine iki tane aldığınızda alışverişiniz size daha ucuza gelmiyor mu?.
Buradan gelelim bizim tarımımızın “ölçek” sorununa:
Türkiye, tarım işletmeciliğinde maalesef –pek çok sebeple birlikte tarım
işletmeciliğini küçük ölçekli yapmaktan dolayı ciddi bir “düşük verim”
sorunu yaşamaktadır.
Tabii, tarım verimsiz ve yapanı geçindirmeyen bir yapıda olunca;
insanların bu işleri bırakması, işsizlik, ülkenin gıda ithal etmek
zorunda kalması, hatta işçinin geçim masraflarının yükselmesiyle sınai
maliyetlerin dahi yükselmesi, böylece ihracat şanslarının düşmesi, cari
açığının büyümesi gibi pek çok sıkıntı, önemli ölçüde buradan; yani
“tarımdaki küçük ölçekler”den kaynaklanmaktadır.
*
Yıl 2014.
Dönemin Tarım Bakanı’nın 5403 Sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı
Kanunu” görüşmeleri ile ilgili olarak açıklıyor:
“Türkiye'de ortalama tarım işletmesi büyüklüğü 5,9 hektar iken bu rakam
İngiltere'de 53,8, Fransa'da 52.1, Almanya'da 45.7, İspanya'da 23.8
hektardır.”
Rakamlara baktığımızda, belli başlı Avrupa ülkelerindeki tarım
işletmelerinin Türkiye’deki tarım işletmelerinin göre 5-8 kat daha büyük
olduğu görülüyorsa, -bırakalım diğer olumsuzlukları bir kenara- sadece
bu “ölçek” meselesinden dolayı bile bizim tarımcılığımızın onlardan daha
maliyetli ve daha verimsiz olacağı tartışmasız bir gerçek değil midir?
Peki, tarımsal işletme büyüklüklerinde bu kadar gerideysek, onların
işletme ortalamaları bizimkilerden zaten kat kat büyük iken, üstelik
nüfusunuz onlardan daha hızlı artıyor ve tarım alanları miras yoluyla
giderek daha fazla bölünüyorsa, bu gün bile kendi ülkesini beslemede
yetersiz olan tarımımız yarın bu farkı kapatabilir mi?
Ülkemiz gün gelip o ülkelerle boy ölçüşebilir, bu serbest piyasa
ekonomisinde onların “müşterisi” olmaktan kurtulabilir mi?
Böyle bir “gidişatta” tabii ki hayır.
Büyük ölçeklerde tarımsal işletmeleri olan, bunları böldürmeyen o
ülkeler tabii ki buğdayı da, kırmızı eti de sizden daha ucuza mal
edecek; siz de dışarıdan ucuza tedarik edilen bu mallar için onun daimi
müşterisi olacaksınızdır.
*
Peki, 2014 yılında çıkarılan Kanun bu işe dur demiyor mu?
Kanunun gerekçesi bu ama, maalesef koyduğu ölçüler çok yetersiz. Kanun,
2 hektardan küçük tarım arazileri bölünemez diyor. Yani bizdeki tarım
işletmeleri ortalama büyüklüğü zaten 5,9 hektar gibi rekabet edemez bir
düzeyde iken; çıkarılan kanun “2 hektardan daha aşağı düşemez” diyor ve
bunu sağlamaya çalışıyor. Bu arada o getirilen ölçü, “dikili tarım
arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3
hektardan küçük belirlenemeyecek” gibi bir esnekliğe de sahip (1
hektar=10 dönüm).
Demek ki Türk tarımının işletme büyüklükleri, halen bazı tarım
ihracatçısı ülkelere göre oldukça düşük olduğu gibi, 2014 yılında
yapılan düzenlemeye rağmen aradaki farkı kapatıp rekabette aynı çizgiye
gelmeye hiç yetmiyor. Kaldı ki, hızlı nüfus artışı ve yaşanan iç göç
nedeniyle hem tarımdan vazgeçenlerin sayısı hızla artıyor hem kişi
başına düşen tarımsal arazi mülkiyeti yani tarlalar küçülüyor.
*
Peki, Kanun’da bir taraftan bu “küçülmeler” önlensin denirken diğer
taraftan “büyütmeler” yani “toplulaştırma” gayreti yok mu?
Evet var.
5403 Sayılı Yasa’nın 17. Maddesi buna yönelik.
Diyor ki:
“ Arazinin rasyonel kullanımını sağlamak amacıyla parsel büyüklüklerinin
optimum ölçülerde oluşması için, arazinin yarısından çoğuna malik
bulunan ve sayıca maliklerin yarısından fazlasını oluşturanların
muvafakati üzerine, isteğe bağlı; Bakanlığın veya kurulların talebi
üzerin, kamu yararı gözetilerek isteğe bağlı olmaksızın, Bakanlar Kurulu
kararı ile arazi toplulaştırma proje sahası belirlenir ve uygulanır.”
Yeterli mi?
Bir bölgedeki “malik”lerin yarısından fazlasının “olur”u ve “isteğine”
bağlı olunca tabii ki bu yöntemle arazi toplulaştırmalarının “derde
deva” olması pek mümkün görülmüyor.
Hele “piyasacı” iktidarın tercihleri hiç bu yönde değil.
Açık bir gerçektir ki, “milli ekonomi”nin ihtiyacı, “malik”lerin
harekete geçmesini bekleyemeyecek kadar acil. Üstelik “malik”ler ne
kadar “hareketli” olurlarsa olsunlar, Türkiye’nin tarım işletmeciliğinde
o ülkeleri yakalaması çok zor.
*
O zaman, “kamu yararımız” bu işin biraz daha farklı bir yolla
çözülmesini gerektiriyor.
O da; “arazi toplulaştırması” meselesinde “mülkiyeti” ve malikleri”
değil “arazi kullanımının birleştirilerek toplulaştırılması”.
Bu geniş konuyu yazımızı daha fazla uzatmamak için “kısaca” özetlemeye
ve düşüncemizi “ortadan” önermeye çalışalım:
1.Türkiye arazi mülkiyetini toplulaştırma gibi yürümesi zor yöntemi bir
kenara bırakıp “araziyi işlemede toplulaştırmayı” denemelidir.
Yani tapuları kime ait olursa, ne kadar bölük pörçük ve ihtilaflı olursa
olsun, “tarım arazilerinin birleştirilerek işletilmesi” sağlanmalıdır.
2.Bu yola gidildiğinde çetrefil mülkiyet meseleleri ve usulleri engeli
ortadan kalkacak, onların mülkiyeti konusu bir kenarda çözülürken,
“arazi kullanımında toplulaştırma işinde” ondan bağımsız ve hızla sonuç
alınacaktır.
3.Ekim-dikimi birleştirilen arazilerde tapulara müdahale edilmeyecek,
ekim-dikim işi yani tarım arazisinin sadece “işletilmesi”
birleştirilecek, ortaya çıkacak “büyük tarım işletmeleri”nde makineli,
bilimsel ve ülke ekonomisinin ihtiyaçlarına göre belirlenmiş üretim
yapılacak, ve tabii ki doğacak gelir tapudaki mülkiyet paylarına göre
dağıtılacaktır.
4.Böyle bir model şimdi hem “maliyeti kurtarmadığı için” boş bırakılan
arazileri kullanmaya, hem kullanılanları büyük ölçek ekonomisi
dolayısıyla daha verimli hale getirmeye, hem kırsalda geniş istihdam
imkanları yaratmaya yarayacaktır.
Her bölgede üzerinde modern imkanlar kullanılan binlerce dönümlük uçsuz
bucaksız tarım alanlarını hayal edebiliyor musunuz?
5.Keza ”Büyük işletmeler” küçük işletme maliklerinin elinde olup verimli
kullanılamayan zirai alet ve makinelerin tam zamanlı kullanımını
sağlayacak, toprak tahlilleri, doğru ürün seçimi, tohumda ve ilaçlamada
ucuzluk, kalifiye olmayan iş gücünü istihdamı ve onlara zirai eğitim
verme şansı doğuracaktır.
6.Bu elbette tarımda da “işi piyasaya bırakan bu günkü siyaset”
tarzından farklı, hatta sol bir model gibi değerlendirilebilir. Bir
açıdan “kolektif çiftlikler” modelidir de denebilir. Ama bu ekonomide
işletme ölçüleri giderek küçülürken tarımı bir an önce verimli ve
kendimize yeterli hale getirebilmek için başka çare var mı?
Özellikle, “Piyasacı” değil de kendine “devrimci”, “sol-sosyal demokrat”
diyen siyaset buna el atarak istihdamda, cari açıkta, hızlı şehirleşmede
derde deva olabilecek yeni, iddialı ve “önce üretim” diyen bir “makro
ekonomik” “proje”nin sahibi olmak istemez mi?
Üstelik hazır 5403 Sayılı yasa bu konuda kapıyı aralamışken.
|
|