|
Sular yavaş yavaş ısınırken
kurbağa rahatlığında olmak
Şimdi de yine ekonomi, yine istihdam
sorunlarından söz edeceğiz ama; ortalık gergin olunca konuya bu sefer
ılık bir giriş yapmakta yarar var.
Masalı bilirsiniz:
Bilinmeyen bir ülkenin, adı bilinmeyen yakışıklı prensi, bilinmeyen bir
zamanda her nedense bir cadının hışmına uğrayıp kurbağaya
dönüştürülmüşmüş.
Zavallı prens kaderine razı, göl kenarında kurbağa kurbağa yaşarken
–şans bu ya- yine o bilinmeyen ülkenin bir zamanlardaki güzel prensesi,
oynarken göle kaçırdığı topunu sudan bizim kurbağanın yardımıyla alınca,
onun bu iyiliğine bir karşılık vermek istemiş ve hafifçe öpmüş.
Ama o da ne, işte o anda cadının büyüsü bozulmuş, kurbağa tekrar eski
haline, yani yakışıklı prense dönüşüvermiş.
Masalın sonu tabii ki mutlu son:
Evlenmişler falan filan…
Ama kurbağalar için söylenenler hep bu masaldaki gibi değil tabii…
Herkesin dilinde bir de “yavaş yavaş suyu ısıtılan kurbağa” deneyi var.
Diyorlar ki; kurbağayı tutup içinde sıcak su olan bir kazana atarsanız,
bir sıçrayışta kendini dışarı atar kurtulur.
Ama soğuk su dolu kazana koyar da o kazanı altından yavaş yavaş
ısıtırsanız kendisini ölüme götüren durumu fark edip asla kaçamaz,
sıcakta apışır kalır, sonunda da haşlanır.
O bir zamanların prensi kim? Prensin düşmanı cadı kim? Kurbağayı öpme
alçak gönüllülüğü gösteren prenses kim? Yeniden eski günlerine dönebilen
prens kim? Bu büyü ne büyüsü? Kurbağayı kaynar kazana atmak ne demek?
Kazanın ısınmasıyla kurbağanın haşlanması ne demek?...
Haydi bütün bunlar günlük yaşamımızda karşılaşılacak şeyler değil deyip
geçelim de; peki insanlar bu günlük yaşamımızda pek de anlamlı
görünmeyen şeyleri neden anlatırlar birbirlerine yıllar boyu?
Acaba açıkça söylemek isteyip de söyleyemedikleri; hissedip de tam
çözemedikleri bir şeyler mi var?
Enteresan…
En iyisi biz şimdi günümüze dönüp daha somut şeylerden söz edelim.
*
Haberin başlığı “Metal Fırtına…”
Otomotiv sektörünün başkenti Bursa’da bir ünlü otomotiv firmasının
binlerce işçisi ayağa kalkmış. 10 ay öncesine dayanan direnişler yeniden
hız kazanmış.
İşçiler, şu meşhur 1300 liralık asgari ücret farklarının maaşlarına
yansıtılmaması da dâhil, sendika seçimi, işten atılanların geri alınması
gibi pek çok konuda taleplerde bulunuyor, "açlıktan ölmeyiz, biz bu
yoldan dönmeyiz" diyorlarmış.
Sadece orada mı?
Gaziantep’te, Gebze’de, Hadımköy’de, Esenyurt’ta, İstanbul’da, İzmir’de,
Urfa’da, Söke’de…
Daha kim bilir nerelerde aslında temelinde “ücret” ve “istihdam” olan
çok çeşitli nedenlerden dolayı “ülke genelinde” büyük bir huzursuzluk
yaşanıyor.
Üstelik derde devadır, “ilaç”tır diye alınan-verilenlerin “yan
etkileri”, sözde refomlar, işleri daha da içinden çıkılmaz hale
getiriyor.
Neden acaba?
Bunların nedeni, falan sendikanın beceriksizliği, filan işverenin aç
gözlülüğü, şu fabrikadaki ücret dengesizliği, o işyerindeki genel
müdürün katı tavrı, işyerindeki yemeklerin sade suya tirit olması, işçi
servislerinin geç gelmesi, maaşların geç ödenmesi falan mı?
Bunun cevabı: “Hiç biri değil”, ya da “hepsi birden”
Çünkü bu nedenlerden hiç biri kendi başına işleri bu kadar sarpa
sardıramaz, ama hepsini birden tek bir nedenle açıklamak da mümkün.
Haydi bütün bunların “temel” nedenini bizim kurbağa hikayesinden de
esinlenerek dile getirmeye çalışalım:
Bir ülkede “Ekonomi kazanı ısınırken önce istihdam haşlanır”.
Ne demek istedik?
Düşünelim bakalım; “Üreten, satan ve kazanan” bir ekonomi ile bu işlerde
tam ters köşe olmuş, “Üretemeyen, satamayan ve kazanamayan” bir
ekonominin çalışanlarının durumu hiç aynı olur mu?
Olmayacağı çok açık tabii…
Bir ekonomi gerilerken sıkıntının büyüğünü işçiler ve işsizler çeker, en
çok onlar hisseder.
Peki nasıl gelişir olay?
-Kurbağa’nın kaynar suya atılınca aniden kazandan dışarı fırlayıp
kurtulması gibi bir tepki göstererek mi?
-Yoksa o kurbağanın alttan alta ısıtıldığından dolayı yıllar içinde
haşlandığını fark edememesi, kendini kurtaracak bir şey yapamaması gibi
mi?
Türkiye (kazanı) ne yazık ki küresel sermayenin dip dalgalarının
dövmesiyle -görünüşte siyaseten ama aslında ekonomik olarak- uzunca bir
süredir alttan alta ısıtılmaktadır.
.
Başlangıcını taa 1945-46’lara, Truman Doktrini ve Marshall Planı’na
kadar indirebileceğimiz bir derin “siyaset” daha o yıllarda Türkiye’nin
sanayileşmesini engellemeye, onu tâbi kılmaya, kendi çıkarına uygun
partileri de iktidara taşımaya başlıyor.
Planlı kalkınmadan, sanayileşmeden, demiryollarından vazgeçiliyor;
karayoluculuk öncelik kazanıyor, madenlerin işlenmeden ihracı
sağlanıyor, yabancı sermayenin önü açılıyor ve o günden bu güne doğru
“özelleştirme” adı altında bütün kamu girişimleri tasfiye ediliyor.
Bu yeni politikalar sonunda Türkiye ekonomisi, Cumhuriyetin o ilk
yıllarındaki herkese parmak ısırtan dinamizmini kaybederken, ülkede
şimdiki ekonomi politikalarının aracısı, kolaylaştırıcısı ve korumacısı
olmaktan öte gitmeyecek siyasi kadroların önü açılıyor.
Bu gelişmeleri burada adım adım ve ayrıntısıyla vermek yazımızın
boyutunu aşacağı için, ilgilenenlere bazı dokümanlara göz atmalarını
önermekten başka çare yok.
*
Böyle bir yapının; yani bir taraftan sanayileşmesi geri bırakılmış,
diğer taraftan nüfusu hızla artan bir ekonominin, hele bir de içeride
plansız ve israfçı, dış politikada geçimsiz olması halinde, istihdamın
arttırılabilmesi ne mümkün?
Bu artmayan –aksine azalan- istihdamla ekonomide işçi ve “çalışma hayatı
çekişmelerinin” giderek yükselmesinden başka ne beklenebilir ki?
*
Hani bizde “Dünya kazan, biz kepçe” diye bir söz vardır ya; onu aslında
tersinden söylemek lazım:
“Türkiye kazan, Dünya kepçe”
“Türkiye kazanı” bir taraftan Dünyanın büyük güçleri tarafından İkinci
Dünya Savaşından bu yana sürekli alttan ısıtılır, kepçeleri ile ortalık
karıştırılırken, maalesef bu “gidişat” toplumun en uyanık, en örgütlü
olması gereken kesimlerinin bile olayı fark etmesine, örgütlenip
“sıçramasına” imkan vermiyor.
Şimdilik görünen o ki, yaklaşık 65 yıldır sürekli alttan ısıtılan
Türkiye kazanı, bizler ciddi bir “U” dönüşü yapmadıkça bize bir
yerlerden biçilen role, çizilen tabloya mahkum olacağız.
Bu gerçeği fark edemedikçe de, ne o kaynayan kazandan sıçrayabileceğiz,
ne masaldaki prenses bizi öpüp o kötü büyüyü bozabilecek.
Kaynayan ekonomi kazanında da “el-mahkum” en çok “istihdam” haşlanacak.
|
|