Kovulmuş o yüz işçi eski işine hangi koşullarda döndürülebilir?


Daha önce “O gün atölyede 100 işçi nasıl işsiz kaldı” diye bir yazı yazmış ve bir örnek olay üzerinden “ücretler üzerindeki vergilerin” istihdamı nasıl da “daralttığını” anlatmaya çalışmıştım.
Şimdi, gelin onun tam tersini yapalım ve o atılan 100 işçinin hangi koşullarda eski işlerine kavuşabileceğini anlamaya çalışalım.
*
-İşçilerin aynen geri gelebilmesinin birinci yolu, tabii ki “işveren”in “batacaksak hep beraber batalım” diyerek işçilerini çıkarmaktan vazgeçmesi.
-İkinci yol, ödenmesi gereken kıdem tazminatını veremeyeceği için “durumu bir süre daha idare edeyim” deyip kararını geri alması, yani olayı erteleme.
-Üçüncü yol, bu işlerin kısa sürede ve bir biçimde “düzeleceğini umut edip” işi kurtarmak için “şansımı deneyeceğim” demesi ve işçilerini kapının önüne koymaktan vazgeçmesi,
-Bir dördüncüsü, “İşveren”in -eğer öyleyse- kıymet verdiği markasının değer kaybetmemesi, pazarının kaybolmaması için dişini biraz daha sıkma kararı almasıdır.
Ama kabul edilecektir ki, bunların hiç biri, o işçilerin kapının önüne konmasını zorlayan “genel” koşulların ortadan kalkıp olayın tersine dönebilmesi ile ilgili değil.
Genel koşular düzelmeden de olamaz mı bu iş?
Olur tabii. “Her şeye rağmen yine de” olacak olursa, bu durum “çalışanlar açısından” bir süreliğine ve iyi bir “şans”. Ama gelin, biz bu “istisnai” durumları bir kenara bırakıp “objektif ve genel koşullarda ne olabileceğini çözmeye çalışalım.
*
Örneğimizdeki atölyenin yeniden açılıp işçisini geri çağırmasının “temel” koşulu, “Patron”un işlerin düzeleceği konusundaki inancıdır. Çünkü işletmecilikte kazanç umudu olmazsa adım atılmaz.
“İşlerin açılması” yani “belirli fiyatlardan talep”in artması, iç ve dış piyasadaki “canlanma”ya bağlıdır.
Her iki piyasada birden dişe dokunur bir “canlanma” görülebiliyorsa, bunun birinci nedeni, insanların yani “müşteri”nin kendilerini artık daha güvende hissederek “parayı kötü günlere saklama” düşüncesinden uzaklaşmakta olmasıdır.
Bu iyimserlik, “mal ve hizmet talebini” yükseltir. yükselen talepler “karlılığı”, artan karlılık işletmecinin “yatırım ve istihdam iştahını” arttıracağı için; içte ve dışta oluşacak huzur ve istikrar ortamı yani gelecek endişesinin azalması, işin ilk ve olmazsa olmaz adımıdır.
Yarının ne olacağı belli değilse, ekonomide belirsizlik, ülkede kaos hüküm sürüyorsa, ileriye dönük beklentiler karamsarsa, birilerinin “her nasılsa” doğacak kendi başına “iyimser”liğiyle piyasaya bir hareket gelebilir mi hiç?
“Atölyeci”miz de işe yeniden dönmek, işçilerini geri çağırmak için önce ortalığın ne kadar sakinleştiğine, piyasasının ne kadar öngörülebilir olduğuna bakacaktır.
*
Diğer taraftan; bir malı iç pazarda da satsanız, dış pazara da ihraç etseniz; elde edeceğiniz fiyat yani işi yapmaktan kazanacağınız “paralar” sonuçta, kesinlikle ülkenizde uygulanan “döviz kuru” politikasına bağlıdır.
Birincisi, uygulanan döviz kuru hangi düzeyde olursa olsun; rakamlar sabahtan akşama değişiyorsa acaba bir konuda üretim artışı planlayıp yatırıma girişmek, o yatırım için kredi riskini üstlenmek, getirisi belli olmayacak pazarlama çalışmaları yapmak bir işadamı için ne kadar isabetli olabilir ki?
Çünkü yaptığınız planlamada, ortaya koyduğunuz fizibilitede esas aldığınız kur hemen yarın değiştiğinde yurt içi maliyetlerden ihracat gelirinize kadar bütün hesaplarınız o kurla birlikte altüst olup her an bir o yönde, bir bu yönde “dalga”lanmayacak mıdır?
Oysa yatırım ve ticari fizibilitelerin, hele bir ülke ekonomisini etkilemesi beklenen büyüklükteki hesapların “dalga”ya gelir yanı yoktur.
“Vardır”da denebilir belki ama o açıkça “kumar oynamak”tır. Orada da, bunu ülkenin bütün iş alemi oynar diyemeyiz.
*
İkincisi, dövizin dalgalanmadığını varsayalım; düşük kur değerli TL rejimi uygulanıyorsa, bu durum doğal olarak ihracat gelirinizi de düşürür, yurt dışındaki rakiplerinizin uygun fiyatlarla iç pazarınıza dolmasına da yol açar. İç piyasanızı kaybedersiniz, yaptığınız ihracatta olması gerekenden daha az para kazanırsınız.
Yüksek sayılmasa da, “düşük olmayan kurlar”, yabancı rakiplerinizin iç pazarınıza kolayca girmesini engeller, ihracat gelirinizi yükseltir.
Demek ki, bir ekonomide üretimin ve dolayısıyla istihdamın artması için, iki şey önemli; “istikrarlı” ve “düşük olmayan” bir kur rejiminizin yürürlükte olması gerekir.
İstikrarsız kur, “oynak piyasa” demektir, yatırıma imkan vermez.
Değerli TL-düşük kur, dışarıdaki “sıcak para”yı çeker çekmesine ama o gelen parayla aynı sıcaklıkta bir katma değer yani “kazanç” yaratamazsanız, her zaman içerideki üretim ve istihdamı “yakar” kavurursunuz. Ekonomide havalar soğuyunca sıcak paranın “ansızın” kaçıp gitmesi ise ayrıca bir yıkımdır.
Bu nedenle istihdamı arttırmanın yolu üretim; üretimi arttırmanın yolu “düşük olmayan kur”dur.
Hükümetlerin, dışarıdan gelecek parayı düşük kurla teşvik ederek cari açıklarını kapatmayı öngören politikaları, bizim artmasını istediğimiz istihdamın “can düşmanı”dır.
“Atölyecimiz” işe yeniden koyulabilmek için, kurların düşük olmadığını görmek ve onun istikrarlı yani sabahtan akşama değişmeyeceğine inanmak isteyecektir.
Bu şart da yerine gelmişse istihdama doğru bir adım daha atacak demektir.
*
Çin malları ucuzdur değil mi?
Haydi, rahat anlaşılması için olaya biraz tersinden girelim:
Diyelim ki Çin hükümeti bütçe açıklarını öne sürerek kendi halkından “biraz daha vergi” almak istiyor. Vergileri arttırmazsak zorlanıyoruz diyor…
Siz de Çin’in “rakibisiniz” başarılı olmasını istemiyorsunuz ve elinize de bu konuda kendilerine “tavsiyede bulunma”, onları belli tedbirlere “niyet”lendirme” fırsatı geçti.
Ne tavsiye edersiniz?
-“Vergiyi çalışanların üzerine bindirin, istihdam üzerinden alın” mı?
-“Başta sınai, ticari kazançları, rantları vergilendirin, kim kazanıyorsa o biraz daha fazla ödesin mi ?
Eğer birincisini önerip “vergiyi çalışanların üzerine bindirin” derseniz ve yaparlarsa basbayağı onların üretim maliyetlerini arttırır, fiyatlarını yükseltir piyasanın size kalmasını sağlarsınız.
İşte bizdeki durum da aşağı yukarı böyledir.
Siz; tavsiye edecek, “niyet”lendirecek olanların kimler olabileceğini tahmin edersiniz de, şimdi “Çin”in yerine Türkiye’yi koyup bu konuyu bir de öyle düşünün bakalım.
Bizde öteden beri, devletin mali yükü önce “bordrolar” sonra “tüketim üzerindeki vergiler” yoluyla ciddi biçimde yine “çalışanın” dolayısıyla “mal ve hizmet üretiminin” üzerine bindirilmiştir.
Bu bindirmenin sonucu, tabii ki “işçinin geçim maliyeti”ni yükseltir.
Sonra zincirleme olarak, işçinin geçim maliyeti “ücretleri”; yükselmiş ücretlerin düzeyi “ürün maliyetini” arttırır; yüksek maliyetler de üretim ve istihdamı “bastırır”.
Her şeye rağmen üreteceğim derseniz ne içeriye ne dışarıya satamazsınız. Satılmayan üretimin ömrü de ancak sermayenizin ve ambarlarınızın kaldırabileceği stok kadardır.
Demek ki, “gerilemiş” ya da “önü açılmak istenen” istihdamda ücretler üzerindeki devlet yükünün yani “vergiler ve sigorta primlerinin” düşürülmesi gerekir..
“Atölyecimiz”in tekrar aynı kapasiteyi kurması, işçilerini geri almasının bir şartı da budur.
*
Peki bunlar yapılabiliyor ya da en azından planlanabiliyor mu bu günkü Türkiye’de?
İktidarın ya da muhalefetin bu konuda bir eylem ya da en azından söylemi var mı?
Bir bakalım:
-İktidar; sanayicinin, üreticinin, yatırımcının “işlerin her gün daha da ileriye gideceği konusunda” ümitlenmesine imkan veren bir tutumda değil maalesef.
TÜİK’in yani hükümetin denetimindeki istatistik kurumunun yayımladığı sonuçlarına göre böyle bir eğilim yok.
Güven indeksleri olumsuz gelişiyor.
İçte ve dıştaki terör ya da savaş hali bu günlerde sona erecekmiş gibi görünmüyor. “İşin içinde”kiler, dışta İŞİD belasının sıfırlanması için en az 20 yıl mücadele etmek gerektiğini söylüyorlar. Bu arada o yirmi yıllık sürede karnı hep yumuşak kalacak olan ülke de tabii ki Türkiye.
-Cari açığın nasıl kapatılacağı halen bir muamma; hatta ümitsiz vaka kabilinden bir durum. Sıcak para giderek pahalılanırken Amerikan Merkez Bankası “bizim işler düzeliyor” deyip kendi faizlerini arttırınca bizde kurların giderek daha da yükseleceği ama bu yükselişin ne zaman ne olacağı, bir anda patlayıp patlamayacağı belli değil. Merkez bankamız bu konuda sessizliğini koruyor ve henüz bir tavır belirleyemediği için bolca eleştiriliyor.
-Üretim üzerindeki yükler üst üste gelen seçimlerde oldukça tartışılmış ve hükümet bu vaad yarışında geride kalmamak için istemeyerek de olsa 1300 liralık net asgari ücrete “evet” demiş olmasına rağmen; o asgari ücretliyi daha yılın 10. ayı sonunda yüzde 15’lik en alt vergi diliminden yüzde 20’lik “üst” gelir dilime geçirerek 1300 liralık kazancın bir kısmına el koyuyor.
Sadece asgari ücretli mi?
Hayır, henüz yaygın biçimde fark edilip üzerine gidilmedi ama, kalifiye diyebileceğimiz “asgari ücretin üzerinde ücret alan” çalışanların yükü de bu vergi dilimleri ile “ayarlanarak” bir miktar yükseltiliyor. Bir bakıma; asgari ücretliye yapılan indirimin yükü, sözde bütçeden karşılanıyor ama aslında üst ücret gruplarına “taşıtılıyor”.
Dolayısıyla istihdamda devlet yükünün hafifletilmesi yönünde “işvereni” umutlandıracak bir gelişme yok. Artışı yine ücret bordroları çekiyor, yük yine üretim maliyetine ekleniyor.
*
Gelelim muhalefete:
İçerideki terör, dışarıdaki savaş ortamının sonlandırılabilmesi konusunda “nasıl olacak bu işler?” sorusuna net bir cevap, köklü bir tavır yok. Dolayısıyla “muhalefet gelecek huzursuzluk bitecek” dense de inandırıcı olunamıyor ve tuhaftır; olaylar ne kadar şiddetlenirse seçmen ve dolayısıyla halk mevcut iktidara yöneliyor.
Kur politikası, cari açık, dış borçlar için “önce iktidara gelelim, sonra Kemal Derviş’i çağıralım; o bu işleri bilir” politikası herhalde “çözüm bizde” anlamı taşımıyor ve doğal olarak “Ya o Derviş gelmezse, gelmek istemezse ya da istediği halde gelemezse ne olacak?” sorusunu akla getiriyor.
Son Kurultayda partinin bir planlamacı ve ağır ekonomistinin, yanı sıra bir eski çalışma ve sosyal güvenlik bakanının seçime girmeye 3-4 gün kala karar veren ve “ham çökelek” ile ünlenen sanatçımız kadar gerekli görülmemesi ise bu alandaki yapılanma ile ilgili ayrı bir endişe konusu olmalı.
İktidar konusunda henüz işvereni umutlandıracak bir siyasi tırmanışı görülmüyor olsa da, muhtemel bir iktidar durumunda üretim ve istihdamı arttıracak somut projeler de yok ortada.
Seçimlerde asgari ücretin net 1500 liraya çıkarılması tezi bir kısım çalışanı ümitlendirse de, bu yükseltmenin “patronlar iş kursa da çalışsak” diye bekleyen milyonlarca “işsiz”e bir şey getirmek bir yana, kendi önlerini tıkayacağı açık bir gerçek.
Şimdiki 1300 lira tartışmalarına bakıldığında bu düzeyin bile işvereni hayli düşündürdüğünü herkes görüyorsa acaba artık kim yeni bir hükümette 1500 liralık asgari ücretle daha çok istihdam yaratılabileceğini düşünebilir ki?.
Asgari ücrette net 1500, kredi kartı “batak”larının alacaklı bankalara devletçe ödenip sonra taksitlendirilmesi(!), emekliye iki ikramiye gibi söylemlerin de Türkiye’nin makro ekonomik sorunlarının yakınından bile geçmediği, “üretimi arttıracağız” sloganının atılması dışında, bu alanda ciddi bir çalışmanın sergilenemediği, en azından sanayicinin ve dolayısıyla “atölyeci”nin işe dönmesi için pek umutlanamayacağı açık.
Ne dersiniz?
Şimdi "bizim atölyeci" işten çıkardığı o işçilerini bu şartlarda geri alabilir mi?
Ya da bu şartlar bir gün düzelir de onlar yeniden işbaşı yapabilirler gibi bir ümit var mı?