Ekonomide 'tezekten çözümler' ve çileye alışık halkımız


İşler sarpa sarınca hamaset müthiş:
“Bu millet çileye alışkın bir millettir; her zaman doğalgazla yaşamadık…”
“Eskiden doğal gaz mı vardı ki?” anlamında…
Bu hafiften “geriye dön, ileriii marş!”ın bir biçimde dile getirilmesi midir acaba?
Yani, “Gidişat geriye doğru ey millet, hep birlikte çileye hazırlanın” demek mi?
O zaman bir yandan da “Dertleri zevk edindim, bende neş’e ne arar…” şarkısını mırıldanarak girelim konuya ki memlekette esen havayı ruhumuzda daha güçlü, daha da derinlemesine hissedelim.
*
Dünya’nın “hızla kalkınan” ülkelerinden olma iddiasından yola çıkıp bu gün “Bu millet çileye alışkın bir millettir; her zaman doğalgazla yaşamadık…” diyecek noktaya gelmek, siyaseten ne hazin bir tecellidir düşünsenize…
Doğrudur, modern dünyadan “eski”ye doğru bakacak olursak ne doğalgaz vardı o zamanlar, ne şimdiki otomobiller, ne buzdolabı, ne cep telefonu… Hatta daha eskilere gidersek elektrik bile yoktu öyle her yerde, köylü “cızılaved” lastik ayakkabılarla dolaşırdı .
Ama o “eski”dendi…
O günün şartlarında ve bu gün satıp satıp “özelleştirdiğimiz” sonra da “özelleştirmeden şu kadar gelir elde ettik” diye öğünçle parasını yediğimiz “milli sermayemizi” oluşturduğumuz günlerdi.
Çileye katlanıyorduk ama bu çileyle birlikte o zor koşullardan sıyrılan ülkenin onuru da, başarı grafiği de giderek yükseliyordu. Türkiye, kurtuluş savaşındaki askeri başarılarını adım adım ekonomik başarılarıyla taçlandırıyor, üçüncü dünya ülkeleri için bir model olarak yükseliyordu.
Neydi bu başarının ardındaki unsur?
Küresel güçlere hoş görünerek onların rehberliğiyle yol almak mı?
Bilimin yol göstericiliğini bırakıp ölü yıkayıcılığına kadar uzanan eğitim düzeni mi?
Göstere göstere bal tutanlara parmak yalatmak mı?
“Piyasa” ekonomisidir, “iş bilenin kılıç kuşananın”, “Çeşme akarken kovanı dolduracaksın” anlayışı mı?
Değildi elbette.
O dönem, şimdi neredeyse dinazorluk sayılan “idealizm” dönemiydi, “siyaset” bir kamu hizmeti sayılırdı; “bu milletin adam olacağı yok, bari ben kendimi kurtarayım” dönemi asla değil.
Bilmem daha önceden bir yerlerde okudunuz mu;
“DP milletvekillerinden Ahmet Gürkan, bir gün Meclis kürsüsünden, İsmet Paşa'nın eşi Mevhibe Hanım'ın Malatya gezisinde Sümerbank fabrikasından 3 metre kumaş aldığını, parasını vermeyerek devleti “soyduğunu” söyler. Paşa akşam eve dönünce, özel muhasebecisi Vecihi Bereketoğlu'nu çağırır, Böyle bir kumaş meselesini kendisinin de hatırladığını söyler.
Ertesi gün Meclis açılınca İsmet Paşa gündem dışı söz alır; dün kendisi için "Üç metre kumaşla devleti soydu" iddiasında bulunan Ahmet Gürkan'ın gözüne elindeki faturayı sokar: "Evet, söyledikleri doğrudur, yalnız eksik söylemişlerdir, kumaş alınmış, bedeli de ödenmiştir, işte faturası!”
Bir de demokratik davranış örneği anlatalım: 1950 seçimlerinin hemen ertesinde, bazı generaller yüzde 40 ile seçimi kaybeden İnönü’ye ‘Paşam, isterseniz iktidarı bunlara bırakmayalım’ teklifi götürmüş, İsmet Paşa, ‘Demokrasiye uygun değil’ diyerek reddetmiştir.
“Eski”lerde Türkiye’de gerçekten de bu günkü tüketim malları gibi şeyler yoktur ama işte bu türden, birilerinin şimdi pek de ciddiye almadığı türden “başka şeyler” vardır ve Modern Türkiye bu çilelere katlanılarak ortaya çıkarılmıştı.
*
Bir ülkenin “büyük”lüğü önce ekonomisinin gücüne bağlıdır. Ancak üreten, ürettiğini satabilen, kimsenin ne aklına ne sıcak parasına ihtiyacı olmayan ülkeler büyüktür, uluslararası arenada ancak onlar dostluk ve itibar görür.
Üç büyük sektör; Tarım, sanayi, turizm’de geri gidiyorsanız tabii ki o şanlı geçmişinizi değil “eskiden olmayanları” “işin çile tarafını” hatırlar öne çıkarmaya çalışırsınız.
Türkiye tarımı bu gün maalesef, bir zamanlar kendine yetip ürününün bir kısmını da ihraç ederken şimdi taa Güney Amerikalara kadar uzanan “alıcı” durumuna getirilmiştir.
Türkiye sanayii, ihracat bir yana; içeride patronlukları büyük ölçüde küresel sermayeye devretmiş, iç pazarını en sıradan el aletlerine, şemsiyesinden tırnak makasına kadar pek çok malı dışarıdan ithal eder –kendi ürettiğini satamaz hale getirilmiştir.
Türk turizmi, turizmcilerin son yıllardaki gayretleriyle yılda 30 milyar dolarlık bir girdi sağlayacak duruma gelmişken, büyük bir istihdam hacmi yakalamışken son zamanlardaki “siyaset”le suyu çekilmiş bir dere yatağına dönmeğe yüz tutmuştur.
Ne olacak şimdi?
Ekonomide bütün göstergeler tersine gelişmeler gösteriyorsa –bırakın ilerlemeyi- acaba bu günkü o beğenmediğimiz durumu bile muhafaza edebilecek miyiz?
Bu endişe şimdi bütün milletin zihnini kurcalamıyor mu?
“Bu millet çileye alışkın bir millettir” diyor ya…
Doğrudur, bu millet cumhuriyeti kurarken, on yılda çok şeyler başarırken çok çile çekmiştir, çok sıkıntıya katlanmıştır ama sonunda bir şeyleri başarmıştır. İyi ama bundan sonra da böyle mi olmalıdır? “Çile” bu milletin çok da karşı çıkmayacağı, dün elde ettiklerini kaybederken “olacak o kadar” dediği bir alışkanlık olarak mı kabul edilmelidir?
Alışamadığı, kolay kolay da alışamayacağı bazı hasletleri yok mudur?
“Doğalgaz olmasa tezek kullanırız” kabulü “çile çekmeğe alışığız” mazereti bu ülkenin layık olduğu bir söylem midir?