Bıçak kemiğe değil ama cüzdana dayanınca


Sosyolojik yapımız gereği yaygındır bizde “tepkisizlik”.
Yani bazı olaylarda epeyce ağır kanlıyızdır.
Kolay kolay tepki vermeyiz.
Bu nedenle “yumurta kapıya gelmeden “ ya da “bıçak kemiğe dayanmadan” ” bir şey yapmayız.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” falan deriz.
“Vurdum duymaz”lıklarımız üst üste yığıldığında da debelenir dururuz.
-Türkiye neden bir Ortadoğu ülkesine dönüştü?
-Nasıl oluyor da memleketi batıran adamları seçiyoruz?
-Yeni nesil neden ümit vermiyor?
-Bu gün hadi neyse de, yarın ne olacağımız hiç belli değil…
Falan filan.
*
Bir yerden biraz umudum var: “Ekonomiden”
Diğer alanlarda bıçak kemiğe dayansa da “gıkımız” çıkmıyorsa da o bıçak gelip “cüzdana” dayandığında çıkabilir bence.
Nedeni açık, bu “liberal” yani “gemisini kurtaranın kaptan olduğu” bu düzende cüzdanın boşsa, gerisi de boştur: ne karnın doyar, ne selam verenin olur ne de arkandan ağlayanın…
Mesela adama diyorsun ki “böyle siyaset olmaz, memleket batar!”
“Olsun” diyor; “Ben adamın yürüyüşüne hayranım”
Aynen sigaranın üzerinde “seni öldürür” yazmasına rağmen iplemeden içildiği gibi.
“Ama, memleketi göz göre göre batıracak?”
“Olsun, öbürleri seksen sene önce şekeri karneye bağlatmamış mı?”
…….. ?
Ama bak senin parti de bir şey yapamıyor?
“Ben babamdan devraldım, genel başkanıma söz söyletmem.
………….
*
Nasıl düzelecek bu işler peki?
“Bıçak cüzdana dayandığı zaman…”
Hani “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” derler ya bizde…
Galiba bu iş yavaş yavaş oraya doğru gidiyor;
Siyasette yapılan yanlışlar, bu yanlışlara karşı “tepkisiziliğimiz” artık o dereceye vardı ki, bıçak her birimizin kemiğine saplanmasa da en sonunda geldi geldi cüzdanlara dayandı:
Ekonomide tam bir çukura düştük.
Ekonomi biliminin kuralıdır; bir malı üretirken ölçeğiniz küçüldükçe onun üretim maliyeti yükselir.
Bazen vatandaş hayretle sorar: “Yahu tarlada 25 kuruş olan domates pazarda nasıl ikibuçuk lira olur?” “Acaba bu aracıları taksim meydanında sallandırmadıklarından mı?” diye….
Be kardeşim, sen bir gün git al şu 25 kuruşluk domatesi Antalya’daki tarladan, koy kamyona, getir hale, sonra oradan iki kasasını at bir kamyonete ve gel köşe başındaki manava… bak bakalım kaça mal ediyorsun o iki kasada toplam 30 kilo malı?
Sadece halden dükkana taşırken kiloda 1,5 lira biner.
Bir hesabet:
Halden kiraladığın kamyonete 50 lira verip iki kasa domates taşıtırsan domatesi kaça satabilirsin? Peki 2 değil de 10 kasa alsaydın kaça satabilirsin? Birincisi daha pahalıya gelir değil mi?
Bunu çözdünse gerisi kolay; artık makro ekonomi konusuna geçebiliriz.
*
Türkiye çok büyük bir ülkedir, kalabalıktır ama maalesef dışarıdan mal ithal eder.
Ne mesela?
Sebze-meyve’de İsrail kavunundan başla, Şili elmasına kadar gider TÜİK’in listesi. 126 ülkeden tam 133 değişik meyve ve sebze…
Bu kadar yabancı malı “biz liberaliz, küreselciyiz” diye sokarsan iç piyasana, kendi üreticinin ekim sahasını daraltmaz mısın? daraltırsın tabii
Daraltırsan, adamının ziraatteki “ölçeği” küçülür; traktörü yarım çalışır, tohumu ilacı pahalı alır, birim başına nakliyeye daha fazla para verir; böylece onun maliyeti de senin manavdan aldığın ürünün fiyatı yükselir.
Demek ki dışarıdan meyve-sebze ithalinde işin ucu hepimize dokunur.
Gelelim dış piyasaya.
Hadi iç pazarda boğulmadın, maliyetlerin iyi kötü dış pazarlara kadar genişlemene izin veriyor… Aman ne güzel değil mi? On kuruş ucuza versen: ek ekebildiğin, sat satabildiğin kadar.
Ama o da ne? Bir bakıyorsun ki seninkiler yok komşuya demokrasi getireceğim, yok arpa tarlasını çiğnedin diye kavga çıkarıp o pazarları da kapattırmışlar yüzüne…
Oradan da düşürmek zorunda kaldın mı “ölçeğini”...
Ne üreteceksin, kime kadar üreteceksin, bu küçük ölçeklerle kaça mal edeceksin?
Üretemezsin… değmez. Elin adamı taa dünyanın öbür ucunda on binlerce dönüm üzerinden üretip getirir malı, daha ucuz fiyattan burnuna dayar .
Düştü mü üretimin?
Peki üretmediğin zaman kim kazanacak? Kim çalıştırılacak? Kim iş bulacak?
Üretemezsen besbelli ki işin sonu açlıktır.
Bak o zaman bu ayakları yere basmayan siyasetlerle nerelere gidildiğini çok iyi anlarsın.
Çünkü işin içinde “Açlıkla terbiye” vardır artık.
*
Bizde her türden siyasetin “es” geçtiği, durumu lafla idare ettiği bir konudur Türkiye’nin “üretim” meselesi.
Zaten ekonomi deyince çoğu zaman da muhasebe falan anlaşılır.
Hadi iktidar dışarıya şirin görünüp oralardan destek almak için iç pazarın kapılarını ardına kadar açıp “gel, sen de sat; millet her şeyi bulsun, şimdilik ucuza yesin, seni de beni de sevsin” diyerek içerideki üreticiyi öldürmüştür.
Kavga gürültü dış pazarı kapattırması ise işin tuzu biberi olmuştur.
Muhalefet; maalesef “madem onlar öyle oy ve destek alıyor, biz de onlar gibi yapalım” diyerek sadece yanlış yapmamış, bu yanlış politikaları dolaylı olarak onaylamıştır.
“Üretim” daralırken "sana şu kadar, sana şu kadar" diye “bölüşüm” meselelerine sarılarak “sözde” ekonomi politikacılığı yapmıştır.
Her anlamda bir şey “üretememiştir”.
Bu gün yaşanan gerginliklerin “milli ekonomi”yi yani “78 milyon insanımızın ekonomisi”ni ilgilendiren sonucu; tümümüz için gelirlerin azalması-giderlerin yükselmesidir.
Bakmayın siz gümrükten dönen malların birkaç haftalığına semt pazarlarında “batan geminin malları” muamelesi görüp ucuzluk yaratacağına.
Daralan dış pazar; giderek üretimi daraltacak, istihdamı daraltacak, ekonomiyi kurutacak ve bıçağın ucu cüzdanlarımıza değecektir.
“Allah açlıkla terbiye etmesin” demiştik ya; ne yapalım; maalesef terbiyenin en büyük kısmı buradan olacak olmasına da…
Artık, terbiye tamam ama “Allah başka zeval vermesin” diyelim.

Ekonomide 'tezekten çözümler' ve çileye alışık halkımız
İşler sarpa sarınca hamaset müthiş:
“Bu millet çileye alışkın bir millettir; her zaman doğalgazla yaşamadık…”
“Eskiden doğal gaz mı vardı ki?” anlamında…
Bu hafiften “geriye dön, ileriii marş!”ın bir biçimde dile getirilmesi midir acaba?
Yani, “Gidişat geriye doğru ey millet, hep birlikte çileye hazırlanın” demek mi?
O zaman bir yandan da “Dertleri zevk edindim, bende neş’e ne arar…” şarkısını mırıldanarak girelim konuya ki memlekette esen havayı ruhumuzda daha güçlü, daha da derinlemesine hissedelim.
*
Dünya’nın “hızla kalkınan” ülkelerinden olma iddiasından yola çıkıp bu gün “Bu millet çileye alışkın bir millettir; her zaman doğalgazla yaşamadık…” diyecek noktaya gelmek, siyaseten ne hazin bir tecellidir düşünsenize…
Doğrudur, modern dünyadan “eski”ye doğru bakacak olursak ne doğalgaz vardı o zamanlar, ne şimdiki otomobiller, ne buzdolabı, ne cep telefonu… Hatta daha eskilere gidersek elektrik bile yoktu öyle her yerde, köylü “cızılaved” lastik ayakkabılarla dolaşırdı .
Ama o “eski”dendi…
O günün şartlarında ve bu gün satıp satıp “özelleştirdiğimiz” sonra da “özelleştirmeden şu kadar gelir elde ettik” diye öğünçle parasını yediğimiz “milli sermayemizi” oluşturduğumuz günlerdi.
Çileye katlanıyorduk ama bu çileyle birlikte o zor koşullardan sıyrılan ülkenin onuru da, başarı grafiği de giderek yükseliyordu. Türkiye, kurtuluş savaşındaki askeri başarılarını adım adım ekonomik başarılarıyla taçlandırıyor, üçüncü dünya ülkeleri için bir model olarak yükseliyordu.
Neydi bu başarının ardındaki unsur?
Küresel güçlere hoş görünerek onların rehberliğiyle yol almak mı?
Bilimin yol göstericiliğini bırakıp ölü yıkayıcılığına kadar uzanan eğitim düzeni mi?
Göstere göstere bal tutanlara parmak yalatmak mı?
“Piyasa” ekonomisidir, “iş bilenin kılıç kuşananın”, “Çeşme akarken kovanı dolduracaksın” anlayışı mı?
Değildi elbette.
O dönem, şimdi neredeyse dinazorluk sayılan “idealizm” dönemiydi, “siyaset” bir kamu hizmeti sayılırdı; “bu milletin adam olacağı yok, bari ben kendimi kurtarayım” dönemi asla değil.
Bilmem daha önceden bir yerlerde okudunuz mu;
“DP milletvekillerinden Ahmet Gürkan, bir gün Meclis kürsüsünden, İsmet Paşa'nın eşi Mevhibe Hanım'ın Malatya gezisinde Sümerbank fabrikasından 3 metre kumaş aldığını, parasını vermeyerek devleti “soyduğunu” söyler. Paşa akşam eve dönünce, özel muhasebecisi Vecihi Bereketoğlu'nu çağırır, Böyle bir kumaş meselesini kendisinin de hatırladığını söyler.
Ertesi gün Meclis açılınca İsmet Paşa gündem dışı söz alır; dün kendisi için "Üç metre kumaşla devleti soydu" iddiasında bulunan Ahmet Gürkan'ın gözüne elindeki faturayı sokar: "Evet, söyledikleri doğrudur, yalnız eksik söylemişlerdir, kumaş alınmış, bedeli de ödenmiştir, işte faturası!”
Bir de demokratik davranış örneği anlatalım: 1950 seçimlerinin hemen ertesinde, bazı generaller yüzde 40 ile seçimi kaybeden İnönü’ye ‘Paşam, isterseniz iktidarı bunlara bırakmayalım’ teklifi götürmüş, İsmet Paşa, ‘Demokrasiye uygun değil’ diyerek reddetmiştir.
“Eski”lerde Türkiye’de gerçekten de bu günkü tüketim malları gibi şeyler yoktur ama işte bu türden, birilerinin şimdi pek de ciddiye almadığı türden “başka şeyler” vardır ve Modern Türkiye bu çilelere katlanılarak ortaya çıkarılmıştı.
*
Bir ülkenin “büyük”lüğü önce ekonomisinin gücüne bağlıdır. Ancak üreten, ürettiğini satabilen, kimsenin ne aklına ne sıcak parasına ihtiyacı olmayan ülkeler büyüktür, uluslararası arenada ancak onlar dostluk ve itibar görür.
Üç büyük sektör; Tarım, sanayi, turizm’de geri gidiyorsanız tabii ki o şanlı geçmişinizi değil “eskiden olmayanları” “işin çile tarafını” hatırlar öne çıkarmaya çalışırsınız.
Türkiye tarımı bu gün maalesef, bir zamanlar kendine yetip ürününün bir kısmını da ihraç ederken şimdi taa Güney Amerikalara kadar uzanan “alıcı” durumuna getirilmiştir.
Türkiye sanayii, ihracat bir yana; içeride patronlukları büyük ölçüde küresel sermayeye devretmiş, iç pazarını en sıradan el aletlerine, şemsiyesinden tırnak makasına kadar pek çok malı dışarıdan ithal eder –kendi ürettiğini satamaz hale getirilmiştir.
Türk turizmi, turizmcilerin son yıllardaki gayretleriyle yılda 30 milyar dolarlık bir girdi sağlayacak duruma gelmişken, büyük bir istihdam hacmi yakalamışken son zamanlardaki “siyaset”le suyu çekilmiş bir dere yatağına dönmeğe yüz tutmuştur.
Ne olacak şimdi?
Ekonomide bütün göstergeler tersine gelişmeler gösteriyorsa –bırakın ilerlemeyi- acaba bu günkü o beğenmediğimiz durumu bile muhafaza edebilecek miyiz?
Bu endişe şimdi bütün milletin zihnini kurcalamıyor mu?
“Bu millet çileye alışkın bir millettir” diyor ya…
Doğrudur, bu millet cumhuriyeti kurarken, on yılda çok şeyler başarırken çok çile çekmiştir, çok sıkıntıya katlanmıştır ama sonunda bir şeyleri başarmıştır. İyi ama bundan sonra da böyle mi olmalıdır? “Çile” bu milletin çok da karşı çıkmayacağı, dün elde ettiklerini kaybederken “olacak o kadar” dediği bir alışkanlık olarak mı kabul edilmelidir?
Alışamadığı, kolay kolay da alışamayacağı bazı hasletleri yok mudur?
“Doğalgaz olmasa tezek kullanırız” kabulü “çile çekmeğe alışığız” mazereti bu ülkenin layık olduğu bir söylem midir?