|
|
Ceplerdeki liralar canlı mı? Ve “buyur
buradan yak”
Cebinizdeki paranın yerinde durup durmadığını
nasıl anlarsınız?
Elbisenizin üzerindeki şişkinlikten mi?
“Yanılırsınız”
Elinizi her attığınızda yoklayıp “hah, burada aynen duruyor” deseniz de
durmaz yerinde aslında.
Bir kağıt tomarı olarak aynı kalsa da, duruma göre “değeri” ya artar ya
azalır.
En iyi de tv'lerde, internet sayfalarında borsa-döviz haberlerinin
grafiklerinde görürsünüz o "kıpırdanmaları".
Hatta işi biraz daha ileri götürelim “bir tarihte onunla şundan şu kadar
alabilirim” derken bir bakarsınız artık alamıyorsunuzdur, o şişkinliğin
“satın alma gücü düşmüş, oldukça değersiz bir kağıt tomarına
dönüşmüştür.
Ne düşünürsünüz o zaman?
Mesela “kim yaptı bunu bana?, kim eritti cebimdeki parayı” falan der
misiniz?
Dersiniz muhtemelen. Çünkü "Mal, canın yongasıdır" ne de olsa.
*
Bu “para” denen meret “canlı” bir yaratıktır aslında bilir misiniz?
İyi bakılırsa serpilir, güzelleşir; kötü bakılırsa değeri düşer, adeta
bildiğiniz türden kağıtlaşır, ölür bile.
Aynen pencerenin kenarındaki saksınızda yetiştirdiğiniz çiçekleriniz
gibi…
Üzerine bereketli yağmurlar yağmalıdır, yağmazsa siz sulayacaksınız,
diri tutacaksınız mutlaka.
"İyi de nasıl olacak bu iş?" diyeceksiniz tabii…
Anlatalım:
İsterseniz, cebinizdeki “lira”larla değişik zamanlarda ne kadar “döviz”
satın alacağınızı da düşünebilirsiniz biz bunu anlatırken.
Cebinizdeki ya da yastığınızın altındaki liralar tomar tomar hep aynı
kaldığı halde bir bakarsınız ki artık onunla daha az mal, ya da döviz
alabiliyorsunuz. Sonra daha da az, daha sonra ondan da az…
Ne dersiniz?
O zaman cebinizdeki para tomarı şişkinliğini muhafaza ettikçe
“değerinin” yani para olarak gücünün yavaş yavaş eridiğini, "kağıtsal"
olarak aynı kalsa da “satın alma gücü” olarak giderek kaybolduğunu fark
etmez miyiz?
*
Para bir canlıdır, sulanması gerekir dedik ya; peki kim nasıl sulayacak
o zaman; kim onun canlılığını koruyacak?
İlk bakışta; bu "ekonomiyi yönetenler" yani iktidar tabii.
Biraz daha derinlemesine düşünürsek, işi bu hale getiren hükümeti
oylarıyla destekleyip “ne yaparsa iyi yapar” diyen “bizler” şüphesiz.
Hadi ona da örnek verelim:
Beceriksiz şöför arabayı devirdiğinde acaba direksiyondaki şöför mü
suçludur yoksa “iyidir, iyidir, binerse o binsin” diye ona arabayı
verenler mi?
Bunun cevabını doğru vermezseniz, en fazla; devirdiğinde “bu da adam
değilmiş meğer” der şöförü değiştirirsiniz. Sonra şu ya da bu nedenle
direksiyona yine böylesi birini oturtursanız kusura bakmayın ama yolun
bir sağındaki hendeğine savrulursunuz bir solundakine.
*
Bir ülkenin parasının değeri her durumda o ülkenin ekonomisinin
“üretkenliğine” üretkenliği de iyi yönetilmesine bağlıdır.
Hiç kimse, bir ekonominin üretmeden milli gelir sahibi olacağını
sanmasın.
Orta çağın kömürden altın üretmeye kalkan “ilm-i simya”cıların
hayalciliğine düşersiniz.
İsterseniz kendi kişisel ekonominiz üzerinden düşünün; daha fazla
borçlanarak, evdeki halıyı kilimi satarak gelirinizi arttırabilir
misiniz?
İşte sizin-bizim ekonomilerimizin toplamı olan milli ekonomide de “milli
gelirin” ve dolayısıyla milletin gelirinin artması ancak o ekonominin
üretip kazanmasıyla olur.
Mesela satıp savıp, borçlanıp çok para harcamaya başlayan komşunuzun
kalkındığını mı düşünürsünüz, yoksa ufak ufak battığını mı?
*
Peki iyi idare nedir?
Ürettiği ve kazandırdığı, dolayısıyla cebimizdeki liraları da, cebimize
girecek paraları, ücretleri, hasılatları da günden güne daha değerli
paralar haline getiren idareye “iyi idare” deriz tabii ki.
Müşterisiyle “hasım” haline gelen, onunla “çekişen” hatta itişen bir
idare ya da siyasi anlamıyla söylersek “hükümet” onlara mal satmamıza,
ihracat yapmamıza, onların turistlerinin gelip burada para harcamasına
imkan verir mi?
Çocukken oynadığımız saklambaçtaki gibi: “Sağım solum sobe”...
Güneye bak nanay, Kuzeye bak nanay, doğuya-batıya bak nanay!
Üretemiyorsun ya, tut ki zar zor ürettin; kime satacak da o petrolün,
doğal gazın parasını denkleştirecek, şu kadar milyar dolar borcu bununla
ödeyeceksin?
Ödeyemezsin.
Ödeyemediğin zaman da cebindeki şişkinlik aynı kalırken, hatta enflasyon
yükselip biraz daha şişkinleşirken aslında senin o paraların
“eriyor”dur…
*
Türkiye, maalesef Irak’a müdahaleyi, arap baharı senaryosuyla ortalığın
karıştırılmasını “hayırlara vesile” sayıp bu gün hem Ortadoğu
bataklığına saplanmış, hem bu dünyanın dört bir yanı ile de “papaz”
olmuştur.
Muhalefetiyle iktidarıyla şenliğine katılınan “Bahar” bu gün tam
anlamıyla ülkemizin başına vurmuş, o tarihlerdeki “arabın baharatı” bu
ülke insanlarının midesine zarar vermeye başlamıştır.
Ne yapacağız peki?
Maalesef şu andaki siyaset dengeleri ne cebimizdeki şişkinliğin bir
kağıt kalabalığına dönüşmesine, ve ne de bu beladan nasıl
kurtulacağımıza dair ümit veren bir ışık yaymamaktadır.
Günlük siyaset, bu günkü tabloya neden olan “düzen”ın "kendi düzenini
bozmamak" için elinden geleni yapmakta, itiş kakışlı sandalye kavgaları
ülkenin içinde bulunduğu yangını perdelemektedir.
Tabii ki bunu da “bu memleketi en iyi ben kurtarırım” diyen ama bu işin
ciddiyetini kavrayamamış, kavrayabilenlere çelme takmış “politik-acı”lar
eliyle yapıyor.
*
Bir gün o sandalye kavgasının gözlerden kaçırdığı "yangınımız" söner mi?
Sönmez.
Hangi yangın üstü örtülerek, gözlerden kaçırılarak bastırılabilmiş ki?
Sönmez tabii ki; için için yanar ve bir anda patlar, daha beter yayılır
etrafa.
Ha... kimseler görmeden sönen bir tanesini hatırladım şimdi...
Bilir misiniz, dağlarda meşe odunundan mangal kömürü yapılan ve
Trakya’da adına “tor” denen büyük ocaklar vardır.
Odunları bir oda büyüklüğünde üst üste yığarak bir kümbet yapar, sonra
içinden sadece bir baca deliği bırakıp onu dıştan çamurla sıvarlar.
Alttan ateşlenen odun günlerce için için yanar, dışarıdan belli olmaz
ama “tor”un içi cehenneme döner ve giderek kıp kızıl ateş topuna
dönüşür.
Sonra bacasını kapatıp sönmeye bırakırlar.
Havasız kalınca söner de gerçekten…
“Odun”ların yangını söndüğünde geriye, yarı-yanmış “marsık”lar dışında,
o bildiğiniz “kömürler” kalır sadece.
Birilerinin mangalında bir kere daha yeniden yakılmak üzere:
Sonra, isteyen buyursun buradan “yaksın” denir.
|
|