Müjdeler olsun; kapitalistler istihdamı arttırma konusunda anlaştılar(!)


(G)rup 20 ya da kısaca G20 diye anılanların geçtiğimiz hafta sergilenen “şov”unu kısmen de olsa izlemiş olmalısınız.
Öyle ya, TRT’nin çocuk kanalında bile naklen yayınlandığına göre görmeyen “bırakılmamış” olmalı…
Kim bilir, o ekrandan daha çok çizgi film izlemeye koşullanmış çoluk çocuk bir ara karşılarında amcaları görünce nasıl da şaşırmışlardır.
*
İşçiler, kadın, kalkınma, terör gibi Dünya sorunlarını “görüşmeye” 1000 kişilik heyeti, 14 kamyon eşyası ve 65 lüks Mercedes ile gelen ve onları da yeterli bulamayıp 400 tane de Türkiye’den kiralayan haşmetli Suudi Kralı’nı duyup; bir ara ekranda bizim Cumhurbaşkanımız konuşurken onu kulaklıksız yani doğrudan bizim dilimiz Türkçeden ve sakız çiğneyerek “dinleyen” Obama’yı görünce; doğrusu buradan pek bir şeyler çıkmayacağını düşünüp günlük işlerime bakmıştım.
Daha sonra, dur bakalım; pek derde deva şeyler çıkmayacak olsa da gelişmeleri gözden kaçırmayalım diye “sonuç bildirisi”ni okuduğumda çok da haksız olmadığımı anladım.
Hani fıkrada doktor yaşlı hastasına “sen de söyle” demiş ya; Aynı hesap…
Orada söylenenler, Dünya’nın sorunları üzerine dile getirilen “temenniler” bunları dile getiren katılımcıları “bağlamasa” da o 27 maddelik sonuç bildirisinde neler yoktu ki?
Bildiride:
- Terörizmin finansmanıyla başa çıkmak için kararlılığımızı sürdürüyoruz deniyor ama katılımcılardan Putin “G20 içinde de bunu yapanlar var” deyip buna inanmadığını açık ediyordu.
.
- “Yolsuzluğa bulaşan görevliler ile onları yolsuzluğa bulaştıranlara koruma sağlanmaması ile varlıklarının geri verilmesini destekliyoruz.” deniyordu ama bunun kimselere pek de inandırıcı gelmediği tartışılamazdı bile.
-Daha fazla ve daha kaliteli istihdam oluşturacağız” deniyor ama küresel ticaretin önünü açılmakla önce bizdeki istihdamın baltalandığı gerçeği göz ardı ediliyordu.
-Gariban Afrika ülkelerinden, az gelişmişlikten söz ediliyor ama diğer taraftan amacı kalkınma değil küresel finansman meseleleri olan IMF’e, Dünya Bankası’na selamlar gönderiliyordu.
-Hem kadınların işgücüne daha fazla katılmasından yanayız deniyor ama kadını eve kapatan, yüzünü peçeyle örttüren Suudi Kralı’nın buna hiç de katılmayacağı gibi herkesin gördüğü bir gerçek sanki bilinmiyormuş gibi davranılıyordu.
-Dikkat edilirse Zirve’de bir gündem de yoktu. Hani bazı arkadaş toplantılarında “sen de ya şarkı söyle, ya şiir oku, olmazsa fıkra anlat sıran gelince” derler ya. Gündem yani üzerinde tartışılacak bir konu olmayınca, konuşulanlarda bağlayıcılık bulunmayınca; herkes kendisi inanmasa da usulen “kulağa hoş gelen şeyler” söylemeye çalıştı.
-Falan, filan…
Bence, bir yerde de okuduğum gibi bu iş adeta “Yirmiler Grubu”nun “her sene birimizde toplanalım” dedikleri ve bu yıl sıra bizde olan hanımların “altın günü” benzeri uygulamalarından biriydi.
Dolayısıyla iki günlük “mesai”den sonra hazırlanan sonuç bildirisindeki en somut, en inandırıcı belirleme, “gelecek yılki altın gününün Çin’de yapılması”na karar verilmiş olmasıydı.
*
İşin bir ilginçliği de, bu havalardan epeyce etkilenmiş olacak ki, bizim en zenginimizin de çıkıp “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Asıl sorun kapitalizmdir” demesiydi.
Gerçi G20 kararları bağlayıcı değildi ve orada söylenenler orada kalacaktı ama, her nasılsa öyle olmadı, bu söylem haber oldu. Şimdi sayın işadamımız, elini tutan kimse olmayacağına göre herhalde zirve dönüşü ilk fırsatta fabrika ve işyerlerinde çalışan ve kendisine inanan bütün işçilerine bu sözün hakkını verecek “okkalı” bir zam yapmıştır diye de düşünüyorum.
Bir izleyelim bakalım hemen şimdi olmasa da arkası nasıl gelecek?
*
“Zirve” gibi bizlerin haddini aşan yüksek yerlerden aşağılara iner ve bunları hayatın akışı içinde düşünürsek; aslında bu işlerin günlük yaşamımızdaki hali hiç de oralardaki “muhabbetle” bağdaşmıyor.
Biz bu çok derin konuları bir kenara bırakıp meselenin sadece bir yönünü “istihdam” meselesini ele alalım şimdi.
1.Bizim ve Dünya kapitalistlerinin bir yandan kapitalistliği, diğer yandan istihdam meraklısı olmaları, “ölü gözünden yaş beklemek” gibi ikisi bir arada düşünülemeyecek ayrı konulardır.
İstihdamı samimi olarak dert edenler, işçinin her şeye rağmen iş bulmasını ve önce onların karnının doyurulabilmesini amaçlarken, “kapitalistler” tanımları gereği sadece “kapitallerinin ne kadar artacağını” düşünürler. İşçilik onlar için ham madde, enerji, vs gibi sadece bir “maliyet unsuru” olduğu için hem kapitalist hem istihdam taraftarı olunamaz.
“Olur olur” derseniz tabii ki olur ama o zaman da bunu yapanlar “kapitalist rekabet”te geri düşeceği için bir süre yerinde sayar daha sonra da kendini tüketir.
“Bak, ama falan yapıyor mu diyeceksiniz?
O gördüğünüz bu tanıma girmez, yapıyorsa kapitalist falan değil; bildiğiniz “esnaf”tır.
2.Bir kapitalistin çıkıp “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir” demesi iki ihtimali akla getirir: Ya “latife beyanı”nda bulunuyordur, -ki bunun hukukta yeri vardır, mahkemede dahi, bunu sırf hoşluk olsun diye söylediğini ileri sürülebilir- ya da bir ara kulaklarınızı yıkatmakta fayda vardır.
Aksi halde bu dünya kapitalistleri toplantısında söylenen bu söz “zirve”nin ciddiyetiyle, işleviyle bağdaştırılamaz. Zaten böyle bir niyeti olan “Şu asgari ücret artışı farkını bırakın biz ödeyelim, arttırın şu Kurumlar Vergimizin oranlarını, bir yük gelecekse işçinin ücretine, halkın sırtına yüklenmesin, biz kapitalistlerin sırtına bindirilsin” der ve iki arada kalmış hükümeti de rahatlatırdı.
3.Bir ülkede istihdamın arttırılabilmesi, ancak üretimin arttırılabilmesi ile olur.
Çünkü istihdam demek “üretime katılmak”, “üretilen malın içinde yer alan emek” demektir.
Üretim artmadan istihdam artışı da olsa olsa “kalem oynatmakla” sağlanır.
G20’de Dünya ticaretinin önünü açacağız deyip kendi piyasanıza yedi düvelin malının yığılmasına çanak tutarsanız, korumasız kalır, ekonominizin üretime geçme kabiliyetini yok edersiniz. Coşturduğunuz ithal malları sizinkiler boşta gezerken ancak başka ülkelerin işçilerinin istihdamına yarar.
Küresel sermayenin “önü daha çok açılsın” dediği ticaret ne tarafa doğru genişlerse işsizlik de o taraflarda genişler.
4.Dünya kapitalizminin istihdam konusunda timsah gözyaşları dökmesi, işsizlere acıyıp onlara destek olmasından değil, artan işsizliğin giderek kendi rahatlarını kaçıracağından, yürüyüp giden düzeni bozacağından endişelenmelerindendir.
Ancak, sorun kendi takdirleri değil de kapitalist “sistem”in işleyişinden kaynaklandığı için, kapitalistçe yakınmalar da, kapitalist reçeteler de, az kazanalım sözleri de çözüm getirmez. Bu “dilekler” ancak gördüğü rüyayı hayra yoran, kapitalizmin kapitalistler eliyle de emeğe saygılı, istihdamı kollayıcı olabileceğini “hayal eden” bazı saftirikleri mutlu eder, onlara methiyeler düzme fırsatları yaratır.
Kapitalist sistem emeği bir “girdi” olarak gördükçe, onun kendisine daha pahalıya mal olmasını kabul edemez. Hiçbir zaman on kişinin yaptığı işi sırf işsizlik azalsın diye onbir kişiye gördürüp kendi eliyle maliyetlerini yükseltemez, dolayısıyla kendisinden sistematik olarak kazancını düşürmesi beklenemez.
İşte bunlar bizim G20 zirvesinden ve bu çerçevedeki gelişmelerden çıkardığımız kendi sonuçlarımızın bildirisidir. Ama yine de bu “zirve”den mutlaka bir şeyler çıkar; Suudi Kralı, Amerika ve Dünyanın diğer büyük güçleri küresel ticaretin önünü açacağız ve sizin istihdamınızı arttıracağız dediyse mutlaka arttıracak ve emekçilere yeni iş imkanları yaratacaklardır diyenler varsa, onlara da;
“Hadi yine iyisiniz, müjdeler olsun” deriz.
Ceplerdeki liralar canlı mı? Ve “buyur buradan yak”
Cebinizdeki paranın yerinde durup durmadığını nasıl anlarsınız?
Elbisenizin üzerindeki şişkinlikten mi?
“Yanılırsınız”
Elinizi her attığınızda yoklayıp “hah, burada aynen duruyor” deseniz de durmaz yerinde aslında.
Bir kağıt tomarı olarak aynı kalsa da, duruma göre “değeri” ya artar ya azalır.
En iyi de tv'lerde, internet sayfalarında borsa-döviz haberlerinin grafiklerinde görürsünüz o "kıpırdanmaları".
Hatta işi biraz daha ileri götürelim “bir tarihte onunla şundan şu kadar alabilirim” derken bir bakarsınız artık alamıyorsunuzdur, o şişkinliğin “satın alma gücü düşmüş, oldukça değersiz bir kağıt tomarına dönüşmüştür.
Ne düşünürsünüz o zaman?
Mesela “kim yaptı bunu bana?, kim eritti cebimdeki parayı” falan der misiniz?
Dersiniz muhtemelen. Çünkü "Mal, canın yongasıdır" ne de olsa.
*
Bu “para” denen meret “canlı” bir yaratıktır aslında bilir misiniz?
İyi bakılırsa serpilir, güzelleşir; kötü bakılırsa değeri düşer, adeta bildiğiniz türden kağıtlaşır, ölür bile.
Aynen pencerenin kenarındaki saksınızda yetiştirdiğiniz çiçekleriniz gibi…
Üzerine bereketli yağmurlar yağmalıdır, yağmazsa siz sulayacaksınız, diri tutacaksınız mutlaka.
"İyi de nasıl olacak bu iş?" diyeceksiniz tabii…
Anlatalım:
İsterseniz, cebinizdeki “lira”larla değişik zamanlarda ne kadar “döviz” satın alacağınızı da düşünebilirsiniz biz bunu anlatırken.
Cebinizdeki ya da yastığınızın altındaki liralar tomar tomar hep aynı kaldığı halde bir bakarsınız ki artık onunla daha az mal, ya da döviz alabiliyorsunuz. Sonra daha da az, daha sonra ondan da az…
Ne dersiniz?
O zaman cebinizdeki para tomarı şişkinliğini muhafaza ettikçe “değerinin” yani para olarak gücünün yavaş yavaş eridiğini, "kağıtsal" olarak aynı kalsa da “satın alma gücü” olarak giderek kaybolduğunu fark etmez miyiz?
*
Para bir canlıdır, sulanması gerekir dedik ya; peki kim nasıl sulayacak o zaman; kim onun canlılığını koruyacak?
İlk bakışta; bu "ekonomiyi yönetenler" yani iktidar tabii.
Biraz daha derinlemesine düşünürsek, işi bu hale getiren hükümeti oylarıyla destekleyip “ne yaparsa iyi yapar” diyen “bizler” şüphesiz.
Hadi ona da örnek verelim:
Beceriksiz şöför arabayı devirdiğinde acaba direksiyondaki şöför mü suçludur yoksa “iyidir, iyidir, binerse o binsin” diye ona arabayı verenler mi?
Bunun cevabını doğru vermezseniz, en fazla; devirdiğinde “bu da adam değilmiş meğer” der şöförü değiştirirsiniz. Sonra şu ya da bu nedenle direksiyona yine böylesi birini oturtursanız kusura bakmayın ama yolun bir sağındaki hendeğine savrulursunuz bir solundakine.
*
Bir ülkenin parasının değeri her durumda o ülkenin ekonomisinin “üretkenliğine” üretkenliği de iyi yönetilmesine bağlıdır.
Hiç kimse, bir ekonominin üretmeden milli gelir sahibi olacağını sanmasın.
Orta çağın kömürden altın üretmeye kalkan “ilm-i simya”cıların hayalciliğine düşersiniz.
İsterseniz kendi kişisel ekonominiz üzerinden düşünün; daha fazla borçlanarak, evdeki halıyı kilimi satarak gelirinizi arttırabilir misiniz?
İşte sizin-bizim ekonomilerimizin toplamı olan milli ekonomide de “milli gelirin” ve dolayısıyla milletin gelirinin artması ancak o ekonominin üretip kazanmasıyla olur.
Mesela satıp savıp, borçlanıp çok para harcamaya başlayan komşunuzun kalkındığını mı düşünürsünüz, yoksa ufak ufak battığını mı?
*
Peki iyi idare nedir?
Ürettiği ve kazandırdığı, dolayısıyla cebimizdeki liraları da, cebimize girecek paraları, ücretleri, hasılatları da günden güne daha değerli paralar haline getiren idareye “iyi idare” deriz tabii ki.
Müşterisiyle “hasım” haline gelen, onunla “çekişen” hatta itişen bir idare ya da siyasi anlamıyla söylersek “hükümet” onlara mal satmamıza, ihracat yapmamıza, onların turistlerinin gelip burada para harcamasına imkan verir mi?
Çocukken oynadığımız saklambaçtaki gibi: “Sağım solum sobe”...
Güneye bak nanay, Kuzeye bak nanay, doğuya-batıya bak nanay!
Üretemiyorsun ya, tut ki zar zor ürettin; kime satacak da o petrolün, doğal gazın parasını denkleştirecek, şu kadar milyar dolar borcu bununla ödeyeceksin?
Ödeyemezsin.
Ödeyemediğin zaman da cebindeki şişkinlik aynı kalırken, hatta enflasyon yükselip biraz daha şişkinleşirken aslında senin o paraların “eriyor”dur…
*
Türkiye, maalesef Irak’a müdahaleyi, arap baharı senaryosuyla ortalığın karıştırılmasını “hayırlara vesile” sayıp bu gün hem Ortadoğu bataklığına saplanmış, hem bu dünyanın dört bir yanı ile de “papaz” olmuştur.
Muhalefetiyle iktidarıyla şenliğine katılınan “Bahar” bu gün tam anlamıyla ülkemizin başına vurmuş, o tarihlerdeki “arabın baharatı” bu ülke insanlarının midesine zarar vermeye başlamıştır.
Ne yapacağız peki?
Maalesef şu andaki siyaset dengeleri ne cebimizdeki şişkinliğin bir kağıt kalabalığına dönüşmesine, ve ne de bu beladan nasıl kurtulacağımıza dair ümit veren bir ışık yaymamaktadır.
Günlük siyaset, bu günkü tabloya neden olan “düzen”ın "kendi düzenini bozmamak" için elinden geleni yapmakta, itiş kakışlı sandalye kavgaları ülkenin içinde bulunduğu yangını perdelemektedir.
Tabii ki bunu da “bu memleketi en iyi ben kurtarırım” diyen ama bu işin ciddiyetini kavrayamamış, kavrayabilenlere çelme takmış “politik-acı”lar eliyle yapıyor.
*
Bir gün o sandalye kavgasının gözlerden kaçırdığı "yangınımız" söner mi?
Sönmez.
Hangi yangın üstü örtülerek, gözlerden kaçırılarak bastırılabilmiş ki?
Sönmez tabii ki; için için yanar ve bir anda patlar, daha beter yayılır etrafa.
Ha... kimseler görmeden sönen bir tanesini hatırladım şimdi...
Bilir misiniz, dağlarda meşe odunundan mangal kömürü yapılan ve Trakya’da adına “tor” denen büyük ocaklar vardır.
Odunları bir oda büyüklüğünde üst üste yığarak bir kümbet yapar, sonra içinden sadece bir baca deliği bırakıp onu dıştan çamurla sıvarlar.
Alttan ateşlenen odun günlerce için için yanar, dışarıdan belli olmaz ama “tor”un içi cehenneme döner ve giderek kıp kızıl ateş topuna dönüşür.
Sonra bacasını kapatıp sönmeye bırakırlar.
Havasız kalınca söner de gerçekten…
“Odun”ların yangını söndüğünde geriye, yarı-yanmış “marsık”lar dışında, o bildiğiniz “kömürler” kalır sadece.
Birilerinin mangalında bir kere daha yeniden yakılmak üzere:
Sonra, isteyen buyursun buradan “yaksın” denir