|
|
SINIRSIZ MİLLİ İRADE(!) BAZEN
FRENSİZ ARABA MI SAYILIYOR?
Kutsal kitabımız “oku” diye
başlar bilirsiniz.
Gerçekliği konusunda üzerinde tam bir mutabakat olmasa da; bizde halka
malolmuş iki ayrı hadiste de şöyle söylenir:
“İlim Çinde de olsa gidin öğrenin”
“Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurum”
Doğru ya da yanlış…
Ama bütün bunlar açıkça; “okumuş” olana “okumamış” olandan daha yüksek
bir paye vermek, bu ikisi arasında “okumuş” olanı üstün tutmak demek
değil midir?
“Evet öyledir” diyecekseniz ya, peki neden?
Elbette ki bu tercihte, okumuş yani “bilgili,” olanlar “toplumsal”
konularda daha yetişmiş ve halka daha yararlı görüldüğü için değil mi?
Peki, halkımızın büyük çoğunluğunun inanıp da sözlerini “emir” saydığı
kutsal kitabımızın bile üzerine basa basa belirttiği bu farklılık
ortadayken, “toplum”u yönetecekleri seçeceklerin “okumuşu” ile
“okumamışının” ya da “okuyamamışının” oyları bir tutulabilir mi?
İlahiyatçı falan değilim ama, hesap meydanda; bunun cevabı tabii ki
“hayır, tutulamaz” olmalıdır.
*
“Seçimlerde kimler söz sahibi olmalıdır” konusundaki bu tartışmalar,
bundan yaklaşık üç bin yıl öncelerine kadar gerilere götürülebilir.
Milattan Önceki 800-900 yıllarındaki yunan site devletlerinde sadece
“şehirliler” oy kullanırlar, bu işlerde köylüler “adam”dan, köleler ise
“insan”dan bile sayılmazlarmış.
Daha yakın dönemlerde, Milattan Önce 427-347 yılları arasında yaşamış
ünlü filozof Platon (Eflatun) da şunu diyor örneğin;
“Demokrasinin esası, halkın egemenliğidir ama, milletin kendini
yönetecekleri iyi seçebilmesi için onların yetişkin ve iyi eğitim almış
olmaları esastır. Eğer bu sağlanamazsa, demokrasi “otokrasi”ye yani
baştakilerin bütün yetkileri tekelinde tuttuğu bir yönetim sistemine
dönüşebilir.
Çünkü halk övülmeyi sever ve demagog, ağzı laf yapan kişileri kötü de
olsalar seçip başa geçirebilir.”
Demokrasinin bu binlerce yıllık tartışması bizde bir sanatçımızın “benim
oyumla çobanın oyu bir mi?” demesiyle hayli popüler olmuştu
hatırlayacağınız gibi.
Şimdi aşağıda anlatacağımız konuya biz de buradan girdik ama, buna bağlı
olarak söyleyeceklerimiz bizi bakın daha nerelere götürecek.
*
Yıl 1955, Kasımın 29’u.
Başbakan Adnan Menderes, arkasına aldığı büyük “halk” desteğiyle coşmuş
durumda ve TBMM’de, Demokrat Parti’nin grup toplantısında
milletvekillerine hitaben şunu söylüyor:
“Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz”
Sonradan “ben söylemedim” deyip karşı çıktığı ama yaygın söylentiye göre
bir başka sözü de şu:
“Odunu koysam mebus (millet vekili) yaparım”
Buradan anlaşılıyor ki, devletin ilim ve irfanla yönetilmesi konusunda
din kitaplarından eski yunana kadar pek çok yerde çeşitli “önermeler”
olmasına karşın “maalesef” bir biçimde sandık üstünlüğünü ele geçiren
kimi politikacılar her şeyi “elde ettikleri” oyla ölçüp bütün bu
incelikleri kulak ardı edebiliyorlar.
Kimler bunlar, nerelerin politikacıları mesela? diyeceksiniz şimdi değil
mi?
Örneğin; okur yazarlığı, eğitim düzeyi yüksek, “çağdaş”lığa ulaşmış
toplumlarda da böyle bir şey olabilir mi diye sorabilirsiniz de.
Oralarda “asla” olacak şey değil tabii.
Bu galiba daha çok “gelişmekte olan” daha da doğrusunu söylemek
gerekirse “halen az gelişmiş sayılan” ülkelerin büyük sıkıntısı.
Peki ya biz… Biz Türkiye olarak bunun neresindeyiz derseniz, o zaman
tarafsız bir kaynağa, “ Birleşmiş Milletler İnsani Gelişme Raporu’na (Human
Development Report) bir bakalım mı?
Haydi bakalım:
Türkiye, keyfimizin ve özgüvenimizin bu günlerden çok daha iyi olduğu
2012 yılında yayınlanan uluslar arası rapora göre, insani gelişme
endeksinde dünyanın 90. ülkesi imiş…
*
Bu sıralamadaki konumumuz biraz tatsız ama, haydi şimdi “sözümüz
meclisten dışarı” deyip, kendimizi pek buralarda görmeyip, örneğin bir
Afrika ülkesi üzerinden tartışalım mı şu “seçme” işini:
Diyelim ki tartıştığımız ülke gelişmişlik sırasında öyle 90’cı değil de
190’ıncı falan bir yerden söz ediyoruz… Adeta kabile düzeni, Dünyanın en
ilkel ülkelerinden biri. Okumuş sayısı bir elin parmakları kadar az,
gerisi anlatılacak gibi değil mesela…
Ve diyelim ki siz de buraya “demokrasi” getirmeye, “doğru” seçimler
yaptırmaya geldiniz; üstelik siz ne derseniz o olacak. Farzedin ki
adamların anayasasını siz yazacaksınız.
Şimdi, orada bu ülkeyi kalkındıracak, o halkı kurtaracak bir seçim
sistemi kuracak olsaydınız acaba okumuş-okumamış herkese birer oy hakkı
verir de, doğrudan “genel ve eşit oy” prensibini mi savunurdunuz yoksa
bu işin biraz sıkıntılı olduğunu düşünüp ülkenin okumuşları lehine
farklı arayışlara mı girerdiniz?
Her ne düşünüldüyse, bu konularda Birleşmiş Milletler “İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi”nde şöyle bir ölçü konmuş:
Madde 21/3- “Halkın iradesi hükümet otoritesinin esasıdır.
Bu irade… genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak olan… dürüst
seçimlerle ifade edilir.”
Yani Birleşmiş Milletler’e kalsa herkesin oyu eşit olacak.
Ne dersiniz?
Besbelli ,Birleşmiş Milletler’e bırakırsanız herkes eşit oy kullanacak
ve iş Platon’un korktuğu gibi olacak…
*
Anayasacılar,ve herhalde en fazla da az gelişmiş ülkelerin sıkıntılı
anayasacıları…
Halktan yanalıkları ve halkın iradesine saygıları tamam da, ne hikmetse
ülkelerindeki “demokrasi” bu genel ve eşit oy meselesinden yola
çıkıldığında bizde birkaç kez olduğu gibi zaman zaman yol kazalarına
uğruyor.
Ne yapsınlar?
Bu durumda “demokrasi”yi iyi kötü sürdürebilmek ve toplumda kalıcı bir
denge sağlayabilmek için “halk oyu”na iki tane fren mekanizması
öngörüyorlar:
Bunlardan biri “İkinci meclis” yani (Senato) diğeri ise “Anayasa
Mahkemesi”.
Diyorlar ki, az gelişmiş ya da gelişmemiş ülkelerde hükümetlerin oldukça
dinamik olması gerekir, yönetimlerin bazı kararları süratle alması ve
cesaretle uygulaması gerekir. Burası güzel bir şey ama, bu tür toplumlar
da kolayca yanlışların peşine düşebildiği için iktidarların kendi başına
buyrukluklarını ve aceleciliklerini bir biçimde dengeleyelim. Bunun için
de siyaseti halkın oyundan farklı araçlarla denetime tabi tutalım.
Kanunları genel ve eşit oy esasına göre seçilen “Millet Meclisi”ne
yaptıralım, orada halk istediğini istesin ama burada kabul edilen her
kanun bir de, üyeleri yine halk tarafından seçilmekle birlikte her biri
üniversite düzeyinde eğitim görmüş ve yaşı kemale ermiş olan ikinci
meclis yani Senatoda da kabul görmeden kesinleşmesin.
Böylece yasama konusunda “millet”in meclisi ne derse desin, son sözü bu
okumuşlar meclisi (Senato) söylesin.
Siyaset bilgi ve deneyimin süzgecinden geçsin.
İkinci model, Anayasa Mahkemesi’dir.
Burada tek meclis vardır ve milletvekilleri okumuş-okumamış ayırd
edilmeden doğrudan “halk” tarafından seçilmiştir. Kanunlar orada
yapılsın ama bunlar meclisteki oy çokluğuna güvenerek olur olmaz her
konuda “kanun” çıkarıp “hukuk” oluşturmaya kalkarlarsa, çıkarılan
“kanun”lar gerektiğinde “Anayasa Mahkemesi” tarafından incelensin ve
uygun bulunmazsa da meclise rağmen “iptal” edilebilsin denmiştir.
Bunu yapacak olan Anayasa Mahkemesi iktidara karşı sözünü geçirip
gerektiğinde “fren” görevi yapabilmesi için de tam anlamıyla “özerk”
olsun.
*
1921-1924 anayasaları kabul edilirken dönem, “kuruluş” dönemiydi.
İlk iki Anayasamızda böyle “fren”ler falan yoktu.
O koşullarda olamazdı da…
Ancak ilerleyen yıllarda devir hızla değişti. Demokrat Parti büyük bir
çoğunlukla iktidara geldi ve o frensiz ortamda üst üste yanlışlar
yaparak yukarıdaki sözlerle tarihe geçti.
Sonra da demokrasi doğal olarak kazaya uğradı.
Türkiye, İstanbul ve Ankara Üniversitelerin çalışmalarıyla 1961
Anayasasını hazırlarken buradaki temel sorunu fark etti ve demokrasisini
dengeli bir sisteme kavuşturabilmek için, belki biraz da tepkisel olarak
her iki fren mekanizmasını birden devreye soktu:
O yeni anayasa düzenlemesiyle, hem Anayasa Mahkememiz kuruldu hem Millet
Meclisi’nin yanı sıra bir de “Cumhuriyet Senatomuz” oldu.
Senatonun üyeleri yine halk tarafından ama bu sefer 40 yaşını bitirmiş
ve üniversite mezunları arasından seçiliyordu.
1980’de gelen askeri hükümet, cuntacılığın tabiatına uygun olarak öyle
kendini frenleyecek mekanizmalara katlanamayacağı için Senato'yu
kaldırdı ve yeniden tek meclisli sisteme dönüldü.
Sonraki yıllarda da Anayasa Mahkemesi’nin yetkileri konusu defalarca
değişikliğe uğratılarak çalışmaları epeyce etkisizleştirildi.
Böylece, siyasetimiz tekrar “milli irade ne isterse o olur” “biz
istersek…” dönemine yani “frensizliğe” geri döndü.
Sonra…
Sonra işte geldik bu günlere.
|
|