|
|
Seçmen ekonomi konularına şimdi mi
merak sardı?
“Homo economicus” sözünü yazılarımızda çok
kullanmışızdır.
Bunu kısaca “Ekonomik insan” ama daha doğrusu “Ekonomik çıkarına göre
hareket eden yaratık” gibi anlayabiliriz.
Şimdi gazeteler yazıyor, televizyonlar anlatıyor:
“Bu seçimlerde hep ekonomik vaadler öne çıktı!”
Hayır, o her zaman vardı ama “perdelenmeye” çalışılıyordu..
Sanılıyor ki, aslında insanların ekonomiye pek ilgileri yoktu da,
partiler bu dönem “acaba kampanyamızda neleri ön plana çıkarsak da
seçmeni çeksek” diye araştırırlarken bilmem nerelerde seçim kazandırmış
taktikleri öğrenmiş başarılı reklamcıları bunu keşfediverdi.
Değil tabii.
İnsanların “Homo economicus” özelliği taa Adem ile Havva’dan beri vardı.
Televizyondaki reklamları görünce çıkmadı ortaya.
Mesele, ekonominin şimdi moda olması değil; diğer palavralar ve
kandırmalarla, artık ekonomide aşağıya doğru kayışın, açlığın,
yoksulluğun saklanamaması; siyasetin bunları görmezden gelerek
yürütülmesine imkan kalmamış olması, bıçağın kemiğe dayanması.
Birilerinin birilerini bir şeylerle uyutarak söğüşlüyor olması.
Afrikalılara atfen söylenen şu sözler de bu gerçeğin bir ifadesi değil
mi:
“Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde
topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler.
Gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizdeydi, topraklarımız
beyazların olmuştu”
Çok güzel bir özet.
Çünkü Avrupalılar oralarda dolaşırken onların derdi, sözüm ona dinlerini
yaymaktı, belki birkaç misyonerin kişisel inancı da sadece buydu ama
işin gerisinde her zaman “Batı” diye de söyleyebileceğimiz
sömürgecilerin bir şeyleri ele geçirme güdüsü vardı.
Dini kullanarak insanlara gözlerini yumdurdular, onlara bu dünyayı
önemsiz saydırıp ötedünyayı öne çıkarttılar ve o arada topraklarına
sahip oldular. Öyle ya, gerçek dertleri Afrikalıların neye inanacakları
ve öldüklerinde nereye gidecek oldukları konusu olsaydı onların
topraklarına, madenlerine bu kadar da göz diker, her şeylerini
ellerinden alırlar mıydı?
İsterseniz Afrikalıların bu sözlerini uydurun bizim memlekete;
“Başlangıçta sırtlarında ceket, ayaklarında ayakkabıları bile yoktu;
ellerinde kitaplarla geldiler; gözlerini kısarak bize bir süre din-iman
ve öte dünyada nelere kavuşabileceğimizi anlattılar. Şimdi hepsi bu
dünyada Karun gibi zenginler. Onların yabancı markalı lüks giysileri,
hanları, hamamları altlarında lüks arabaları. Bizimse koltuğumuzun
altında ise kitabımız, işsiz çocuklarımız, banka borçlarımız ve gelecek
endişelerimiz var”
*
Türkiye’yi içeriden değil de Dünya gözüyle görmeye çalışacak olursanız,
bizden bu gün de; “Gelişmekte olan ülkelerdendir” diye söz ederler.
Açın bakın uluslararası kaynaklara, olmadı bilenlere sorun, size bunu
doğrulayacaklardır.
İşin edebiyatını, diplomasisini bırakıp “harbiden” konuşmak gerekiyorsa,
bunun anlamı hala “az gelişmiş” olarak debelenmekte olduğumuzdur.
İçlerinde bu gün Türkiye’nin de olduğu bu “az gelişmiş” ülkelerin en
belirgin özelliği ise, halkının dinle, etnisite ile gözünün boyanıyor,
ilimden fenden uzaklaştırılıyor ve birbirleriyle tepiştiriliyor iken; bu
arada içeriden bazı işbirlikçiler de memnun edilerek ekonomilerinin
sömürülmekte olmasıdır.
*
Osmanlı, her türlü askeri becerisine karşın yüz yıllarca uyutulmuş,
şimdiki sözde hayranlarının hayalleriyle oyalanmış ve bu arada ekonomisi
sürekli sömürülmüş, iflas ettirilmiş ve nihayet parçalanmıştır.
Türkiye’nin yüz yıla yakın bir süre önce verdiği kurtuluş savaşı, bu
sömürgeci düzenin baştan hesaplayamadığı ve sonucunu hala hazmedemediği
bir yarma hareketi, karşı çıkıştı. Dünyanın diğer mazlum halklarına
örnek olacağından çok korkmuşlar, bir kere daha boğmak, o bağımsızlık
düşüncesini yer yüzünden silmek istemişlerdi.
Örneğin Lozan görüşmelerinde asıl mesele Osmanlı’dan sonra da
sürdürülmek istenen imtiyazlar” yani sömürünün sürdürülme isteği idi.
İngiliz delegesi Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya söylediği; “Kabul
etmediğiniz şeyleri şimdi cebime koyuyorum; zamanı gelince birer birer
karşınıza çıkaracağım” sözü o günlerdeki yenilgilerinin yarattığı
hıncın, ama daha sonra yani bu zamanlarda alacakları tavırların da çok
net bir ifadesiydi.
Nitekim söylediklerini de büyük ölçüde başardılar.
Türkiye, o en fazla yirmi yıl süren kısa silkiniş döneminden sonra
yeniden eski günlere dönmeye başladı.
Din siyasetin ana malzemesi yapıldı.
Devlet de, özel sektör de, halk da borca battı.
Kamunun elindeki bütün stratejik yatırımlar özelleştirme adı altında
yabancılaştırıldı.
Bankalar, sanayi şirketleri, piyasa yabancı sermayenin eline geçti.
Ve miting meydanlarında bu gün hala din istismarı ile siyasetten medet
umanlar dolaşmaya devam ediyorlar.
*
Bu siyasi durum yabancıların işlerine yarar mı?
Afrikalının söylediği gibi; şu anda ekonomi onların ellerinde ve
halkımız hala din-iman tartışmaları yapmakta olduğuna göre, bu bir
ölçüde işlerine yaramış ve Lord Curzon’un dediği gibi de olmuş..
Ancak o da bir yere kadar gidebilecek.
Sömürü derinleşir, milli servetler haraç mezat satılırken ya da
alabildiğine borçlanılırken; halkın ağzına bir parmak bal çalarak
nemalandırıp onu ters köşeye yatırmanın ve bu arada kitabı gösterip
inanç sömürerek uyutmanın son noktasına gelindi artık.
Satacak bir şey kalmamış, sıcak para musluğu kurumuştur.
Dolayısıyla uyuşturucunun etkisi azalmış, insanlar kendi ekonomik
gerçeklerinin çıplak yüzüyle karşı karşıya gelmeye başlamışlardır.
Kutsal kitabın bu gün siyaset kürsülerinde biraz daha fazla sallanması,
din ticaretinin daha ileri götürülmek istenmesinden değil, onlara artık
bu talan ekonomisinden daha az pay bırakılmak zorunda olunmasıyla
insanların yeni bir arayışa girmesinden kaynaklanmaktadır.
Kaynaklar daralıp sadaka politikaları eski etkisini yitirince din-iman
sömürüsünün dozunu arttırmak ihtiyacını duymuşlardır.
Yukarıda, partilerin bu seçimlerde daha çok halkın ekonomisine
eğildiklerini söylemiş ve bunun bir reklamcı buluşu değil, bu yöndeki
“gelişimin sonucu” olduğunu anlatmaya çalışmıştık.
Peki, bu gelişme hayra mı?
Olayın alt yapısını böyle tahlil ederseniz elbette hayırlıdır ve konu
dönüp dolaşıp nihayet işin “özüne” dayanmıştır.
Bundan sonra insanlar, elbette ki neye inanacaklarının sadece kendi
konuları olduğunu fark ederek daha çok “karınlarının ne ile doyacağını”
sormaya başlayacaklardır.
*
Şimdi tam da burada bir başka gelişmeden söz etmekte yarar var.
Aman, siyasi partilerimiz ilgi gördüğü için şimdi bolca dile getirmekte
oldukları vaadlerinin sadece “kampanya malzemesi” olduğunu
düşünmesinler.
Bu taleplerin kendi reklamcılarının harekete geçirdiği bir “esinti”
olduğunu sanıp seçimlerden sonra arkasını bırakmasınlar.
“Seçmen” -ama sosyolojik olarak “Homo economicus”- şimdilik bir ölçüde
de olsa bu günlerde o uzun uykusundan uyanmıştır.
Giderek daha da uyanacak ve sadede gelecektir.
Afrikalıların dediği gibi; kendisi din ile, etnisite ile uğraşır ve
ekonomisi giderek batarken bu arada kimlerin akıl almaz, çuvallara
sığmaz biçimde zenginleştiğini fark etmeye başlamıştır.
Dolayısıyla; artık bundan sonra daha da sık karşılaşacağımız anlaşılan
seçimlerde kendisine vekalet edecek partileri biraz farklı ölçülerle
değerlendirecektir.
Bırakın birileri hala kürsüden aynı şeyi sallamaya devam etsin.
“Homo economicus” yavaş yavaş aslına dönmekte, uykusundan uyanmakta.
|
|