Ekonominin en sıradan kuralları ve algı yönetimiyle nereye kadar?


Günlük dilde “Su, yolunu bulur” denir…
Bahçesinde sulama yapmak için “arık” açanlar iyi bilirler bu işi.
Salarsınız suyu yukarıda bir yerden arığa, bulunduğu yerin eğimine ve ona açtığınız yola göre kendiliğinden yayılır gider bahçenin derinliklerine doğru.
*
“Bileşik kaplar” olayıdır bu aslında.
Lisede fizik okuyanlar da buradan anımsayabilirler bunu.
“Bileşik” yani birbiriyle bağlantılı kaplarda suyu bir yerden basarsınız, “kendiliğinden” öbür tarafta da yükselir.
Aynı şey ekonomide yaşanır;
Para’nın herkese, özellikle de halka “akması”, ancak sistem yani “milli ekonomi “kazandığı zaman” söz konusudur.
Ülke ekonomisine bir şeyler aktığı zaman…
Milli ekonomide kayıp devam ediyorsa; yolsuzlar, hırsızlar dışında kimse kazanamaz.
Aynen şu su meselesinde olduğu gibi.
*
Bir ülke kendine yetecek kadar mal ve hizmet üretemiyorsa, ya da üretiyor ama bu üretimin ve dolayısıyla kazancın büyük kısmının sahipleri “yabancı” sermaye ise, “para” denen “ab-ı hayat” yani hayat suyu, bir türlü memleketin yoksuluna, işçisine, işsizine ve de emeklisine kadar akamaz.
Dosdoğru yabancıya akar.
Belki üç adım öteye birkaç kova su taşıyıp “bak o da oldu” denebilir ama; “taşıma su”dur sonuçta, ne devamı gelir, ne onunla geçinecek olan sıradan insanların değirmenini döndürmeye yeter.
Ne olur peki bu durumda?
Başta, “Üretemeyen ekonominin” üretemeyen çiftçisi, zanaatkârı, esnafı, sanayicisi para kazanamaz tabii ki…
Üretim yapamayan ülke, borç harç eline geçen üç kuruşu da ithalata yatırır.
Sözde “bizde” üreten, ama patronları “dışarıdan” olan ekonomilerde bir garip çelişkidir bu:
Memleketinizin ürünüdür ama sizin değildir. Siz o yabancının müşterisisinizdir sadece bu memlekette.
Katma değeri; kar payı transferiydi, hammadde ithaliydi, isim hakkıydı, fiyatta manipülasyondu derken bir yolunu bulup dışarıya, kendi ülkesine akar gider.
İşte bu arada, emeklerinden başka bir şeyleri olmayanlar da, üç otuz paradan yevmiyelerini kurtarabilmişlerse ne ala; o da yoksa aynen şimdiki Suriyeliler gibi boşta gezer, bir yerlerden yardım bekler dururlar.
Tabii birilerinin yükselen plazalarına, rezidanslarına, lükslerine bakıp bakıp iç geçirerekten.
Buraya kadar anlaştık mı?
*
Toplumu “siyaset” yönetir.
Siyaset, birileri koltukta otursun da; her şey yerinde saysın, aman biz yürüyen “düzene” ters düşmeyelim demek değil elbette.
Toplumu yönetmek, onu ve özellikle de geniş halk kitlelerini “ileriye taşıma”, “refahını yükseltme gayreti” demektir aynı zamanda.
Örneğin, Ankara’nın bilmem ne tepesindeki refahın memleketin en ucundaki mezralara kadar, nerede bir yurttaşımız varsa, onun da ayağına kadar götürerek, hatta arttırarak yönetmek gerekir…
“Siyaset”i bir sanat, kendilerini de bu işin sanatçısı olarak görenler; bu işi, böylesine bir hizmet olarak değil de sadece “algı” yaratma, oy kapma mahareti olarak görürler. Attıkları nutuklarda, yaptıkları işlerde yurttaşta “kalkınıyoruz” algısı yaratarak kendini beğendirmeyi ve seçtirmeyi birinci öncelik sayarlar maalesef.
Bu dediğime kanıt mı istiyorsunuz?
Bakın siyasi partilerin harcamalarına, siz söyleyin:
Acaba bu gün partiler ellerine geçen paranın ya da bütçelerinin kaçta kaçını kendi üyelerinin ve seçmenin eğitilmesine, araştırma- geliştirme işlerine, toplum için proje üretimine harcarlar; ne kadarını bu yapılanların(!) “propaganda”sı için ayırırlar?
Aynı şeyi siyasetçinin kullandığı “zaman” açısından da düşünebilirsiniz.
Açıkça bellidir ki, “fikirsel üretim” (bir) ise, o üretilmeyen, geliştirilmeyen, alelacele ortaya atılan fikirlerin, projelerin “propagandası” için reklam ajanslarına akıtılan paralar (On) dur.
Siyasetin yönelimi “algı”ya doğru kayınca da, ortaya refahı arttıracak bir model ya da projenin çıkmaması, siyasetin halka refah götürecek işlerin üretilmesine çok fazla eğilmemesi sürpriz değildir.
Dolayısıyla, “sular” görünüşte bazı çeşmelerden gürül gürül aksa, ya da falan tarihten sonra böyle akacak dense de, o refahın yurt sathına yayılamayacağı, ve dağıtılamayacağı açık bir gerçektir.
Çünkü, bahçevanı da, fizikçisi de, ekonomisti de, suların ancak bileşik kaplar prensibine göre akabileceğini, yani dağıtım kanallarının açılmış, “siyaset arazisinin” mutlaka kaynaktan en uca doğru akıtmaya “meyilli” olması gerektiğini iyi bilirler.
*
Bizim ülkemiz yoksul insanlar ağırlıklıdır.
İşsizlik kol gezer.
İşçisi karın tokluğuna çalışır.
Emeklisi çaresizdir, ay sonunu nasıl getirdiğini bir kendisi bilir….
Peki “doğru” ve işi bilen bir siyasetçi, böyle bir yapı karşısında öncelikle “algı yönetimi”ne mi çalışmalı, yoksa bu işin çözümüne soyunup işin üstesinden gelmeye mi uğraşmalıdır sizce?
Hangisi yarayışlı?
Tabii ki “ikincisi” değil mi?
Yani bu ülkenin geçim sıkıntısı çeken 46 milyonluk yoksulluk sınırı altında yaşayan kitlesinin önünü açabilecek niyette, başarabilecek kabiliyette olanı değil mi?
*
O zaman şu soruyu soralım:
Bir ülkede refahı yükseltmenin yolu laftan değil de ekonomiden geçiyorsa, fakir fukaranın refahını yükseltirken işe ekonomi çarkının nasıl hızlandırılacağından, bu konulardaki çalışmalarınızı anlatmaktan mı başlarsınız, yoksa “orasını bize bırakın” deyip öncelikle herkese para dağıtılacağını falan anlatmaktan mı?
Hele hele ekonomide çarklar pek de hızlı dönmezken, dönse de ülke çıkarına dönmezken siz halka bununla bir şeyler verebilir misiniz?
Veremezsiniz tabii ki.
*
Kuru çeşmeleri bilir misiniz?
Hani musluğu, yalağı, su gideri falan her şeyi vardır; hatta üzerinde “Sahib-ül hayrat filan kişidir” gibi “toplum yararına” anlamında bir şeyler yazar da bir tek kusuru vardır pek suyu akmaz.
Neden?
Bütün teferruatı düşünülmüştür, hayır sahibine bir dönem itibar da getirmiştir ama o suyun nereden geleceği üzerinde pek çalışılmamıştır.
Oysa basit:
-Yağmurlar yağmazsa dereler akmaz,
-Dereler akmayınca barajlarınız dolmaz,
-Barajlar dolmayınca borulardan su gelmez değil mi?
Hadi bakalım, akıtın o çeşmeden suyu insanlara, nasıl akıtacaksanız.
Çeşme başında “akıtacağız” demekle olmaz, önce yağmurun düşmesi gerekir o toprağa.
*
Şimdi gelelim daha açık anlatımına:
“Kimse işsiz kalmayacak!”
Bir ülkede işsize iş nasıl bulunur dersiniz?
Sadece iki tane yol var değil mi? Ya Devlet ya özel sektör.
“Hiç kimse işsiz kalmayacak” derken modeliniz boşta bekleyen milyonların hepsini devlet ya da belediyeye alıp her masaya ikişer üçer ya da kucak kucağa oturtmak mıdır çözüm?
Olmayacağı belli.
Özel sektöre, “Arkadaş biliyorum sıkıntıdasın ama al şu üç milyon adamı daha bordrona, ha öyle batmışsın ha böyle, mühim olan istihdama katkıda bulunmaktır” demek mi?
O da olmaz.
O zaman bir tek ihtimal kalıyor geriye; biraz akla zarar ama, Ya Suriyeli misali ne kadar işsiz varsa bir bahaneyle topunu başka ülkelere sürüp, göçe zorlayıp bu memlekette gerçekten işsiz kimse bırakmamak, ya da Almanya’nın 1960’lardaki gibi yeni bir işgücü talebine bel bağlamak.
Matematik bunlardan başkasını icad edemedi henüz.
Siz bir söylesenize, hangisi en akla yakını?
*
Yine, bu ülkede emekliye nasıl refah sağlanır acaba?
Emeklinin parası bizim sosyal güvenlik kurumundan yani sonuçta genel bütçeden ödenir değil mi?
Peki bu ülkenin bütçeleri tarih boyunca açık vermişse, şimdi giderek daha da açılıyorsa, borçlanmaların asıl kaynağı bütçe açıklarıysa, emekliyi kalkındırmaya o “mevcut “bütçeden para vermekle mi başlarsınız, yoksa önce bütçenizi düzeltecek tedbirleri almakla mı?
Demek ki emekliye şunu vereceğim demenin ilk ayağı “bütçeye şuradan şu kadar daha girecek” demektir.
Çünkü girmeyen para çıkamaz.
Önce bütçeyi düzelteceksiniz diyelim:
Bunu kalan son üç beş kamu malını daha satarak mı yaparsınız, yoksa biraz daha borçlanarak mı?
“Hayır daha fazla borçlanma yok, vergi toplarım” diyeceksiniz değil mi?
Çünkü “borçlanırım” derseniz, zaten “battı balık yan gider” deriz, Gerisini konuşmaya gerek kalmaz.
Peki nereden toplanacak bu vergiler?
Giderek gerileyen, üretemeyen, hisselerini her gün biraz daha yabancı sermayeye kaptıran sanayiciden, artık esamisi okunmayan esnaftan mı, yoksa o en azından 46 milyonunu “kalkındırma” kapsamına aldığınız işçi, işsiz, emekli, yoksuldan oluşan tüketiciyi vergilendirerek mi?
Malum, Türkiye’de vergilerin yüzde sekseni “tüketiciden” yani halktan toplanır.
O zaman “halktan alıp halka vermek” gibi bir “devri daim”den başka bir şey olabilir mi yapacağınız.
Emekliye daha fazla para vereceksiniz değil mi?
Güzel, yani emek dostusunuz.
Peki, emek dostu olanlar, “emekçinin emeklisine” bunu vaat ederken; “şu anda çalışmakta olanına” yani her sabah işe giden emekçisi için bir şeyleri diyemez mi öncelikle?
Mesela istihdam üzerindeki vergi ve sigorta yükünü “dişe dokunur” biçimde hafifleteceğiz, asgari ücreti yoksulluk sınırına çıkaracağız ki memlekette hiç yoksul kalmasın, devletin yükü yoksulun sırtına binmesin, kıdem tazminatını asla yedirtmeyeceğiz falan gibi…
Diyemezsiniz, çünkü o zaman da “küresel sermaye” ile aranız bozulur.
Üstelik cari açık büyürken, adamlar bavulu toplamış, siz “ha çıktı ha çıkacak” diye gitmelerinden endişelenirken bunu da yapamazsınız.
İsterseniz açın o 1999-2000 yılının eski niyet mektuplarını bir daha okuyun ki aynı yanlışlara düşülmesin. Hele altındaki imzaları bilhassa atlamayın
*
Demek ki her şeyin bir “sıra”laması var.
Tabii o sıralama yapılırken bir de işin “eko-politik” felsefesi…
Söyleyelim:
-İç pazarın yabancı istilasından kurtarılması, dış pazarların yeniden kazanılması konusunda bir şey “oldurulamadığı” zaman genel ekonomi “para” kazanamaz. Çünkü ya kendiniz üretirsiniz alımdan kazanılır ya yeni pazarlar açarsınız satımdan kazanılır..
-Öncelikle bunları çözmezseniz, genel ekonomi kazanamaz; kazanamayınca da ne üretici ne sanayici para yüzü göremez.
-Onlar para kazanamayınca asla yeni işçi alamaz, olana para da veremez.
-Kazanamayınca vergi de ödeyemezler.
Toplanamayan vergi ile emekliye daha fazla para ödenemez, yoksula hiç bakılamaz.
Bu sırayı atlamadan, yani sırasıyla bir şeyleri çözdünüz çözdünüz…
Çözemez de işe tersinden başlar,” al sana şu kadar buna şu kadar” derseniz; kusura bakmayın ama sular hiçbir zaman tersine akmaz.
Kaynağı yaratılmamış, kazanılmamış para dağıtılamaz.
*
Soruyor gazeteci:
“Emekliye de para verecek misiniz, verecekseniz nereden vereceksiniz?”
El cevap: “Hani şu tütünden alınan ÖTV’ler var ya, tam 25 milyar” işte onları vereceğiz”
“Peki, o paralar daha önce zaten bizim bütçe çanağına girip yine bütçenin giderlerine harcanmıyor muydu?
Bu iş aynen dam aktaran adamın çatıda bir tarafın kiremitlerini kaldırıp öbür tarafa dizmesi, sonra da bak ben falan yeri de iyice örttüm demesi gibi bir şey değil mi?
E kardeşim bu tarafı örttün tamam ama bu arada bir yerleri de açmadın mı?
Bütçeciliğin daha ilk dersinde öğretilen “adem-i tahsis” yani “tahsis etmeme” prensibinin en aykırı örneği değil midir bu açıklamalar(!)
Bu bütçecilik mi sizce?
“Vallahi aslında bunu bir bilenimiz var, dur bakalım “gelirse” ona danışıp bir şeyler yaptıracağız” mı diyorsunuz?
Kendisi herhalde “Fıkara babası” falan olmalı diye umutlandıracaksınız insanları belki…
“Kırk yıllık Yani, olur mu Kani” diye de bir lafımız vardır bizim.
Dolayısıyla o iş olmasına olmaz ya; haydi olur diyelim bir an için;
Tut ki adamın işi çıktı ya da hesabına uymadı, o da gelmedi, gelemedi?
No’lacak?
O olmasa da yaparız diyorsanız onu niye bekliyorsunuz?
O olmadan yapamayız diyorsanız niye kendisi gelmeden, şimdiden çok şey vaad ediyorsunuz?
Hele hele şu anda ekonomi gemisi şiddetle su almakta ve her geçen gün biraz daha gömülmekte, yarının bile ne olacağı belirsiz iken.