'Dervişin Fikri' ve ne olacak bizim 46 milyon yoksulumuzun hali?


Mustafa Kemal Atatürk, 30 Haziran 1925 tarihinde Kastamonu’da şöyle diyor:
"Efendiler ve ey millet!
İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz”.
Ve… “milletin” bu gerçeği algılayarak tekkelerini derhal kapatacağını” ekliyor.
O günlerde dediği gibi de oluyor tabii.
Ama ya O’ndan sonrasında, hele hele son zamanlarda…
Türkiye bu günlerde sanki yine aynı “derviş”li “tekke”li günlere dönmüş gibi.
İşin kötüsü şu; haydi şimdiki iktidar sallanıyor, bu yaşananları “sayılı günler” içinde atlatacağız ama, korkarım umutla bakmak istediğimiz “gelecek” günlerimizde, yine bazı “dervişler” de olacak, “tekkeciler” de.
Nereden mi çıkıyor bu?
Siyasetin zirvelerinde hala “Derviş”in fikri ve “tekke” söylemleri ciddi ciddi kabul görüyor da ondan.
Peki “siyaset” böyle diyorsa ne yapacağız o zaman?
Tek umut “halk”ta bana göre.
Zaten O büyük devlet adamı da hitabederken “Efendiler, ey millet…” diyerek sözünü siyaset erbabı yerine doğrudan halkın kendisine yöneltmemiş mi?
*
“Neme lazım” türünden “Resmi” söylemleri bir kenara bırakıp hani biz bize kaldığımız zamanlardaki gibi samimi ve daha da önemlisi “gerçekçi” olalım dersek;
Bu günkü ortamda dervişlerin, şeyhlerin oy potansiyeline bakarak “ah şunlar da bizi bir desteklese” deyip iç geçirmeyen siyasetçi kaldı mı acaba?
Particilik sadece “oy toplamakla” olsaydı “tamamdır, doğrudur” derdik; “ne yap et ama sandıktan biz çıkalım”.
Ama eğer particiliğin halk için anlamı “beğenilmeyen, aleyhe işleyen bir düzenden kurtulup yeni bir düzene geçiş için örgütlü yapılan örgütsel hareket” ise, hala o geri unsurların desteğiyle iktidara gelme, sonra da yine onlarla ileri(!) bir düzen kurma düşüncesi “makul” kabul edilebilir mi acaba?
Olacak şey değil tabii
Şimdi belki de denebilir ki “Aman efendim, siz bizim kimlerle birlikte hareket ettiğimize değil, programımızda ne yazılı olduğuna bakın”
Kendimiz sorduk, kendimiz cevaplandıralım:
“Siz hiç, o oradan buradan katılan siyaset erbabının, yarın “temel ilkeler” ya da “esaslı islahat” söz konusu olduğunda; kendilerinin ne yapmaları gerektiğini, katıldığı partinin program kitapçığına bakarak anlamaya çalışanını, ona bakarak karar verenini görebilir misiniz yanınızda?”
Göremezsiniz; bir “taşıma siyasetçi”nin özellikle düzen değişikliğine ilişkin konularda“şimdi ne yapacağım” diye baktığı tek yer, asla program kitapçığı değil, sadece “dengeleri”dir, “arka”sındaki gücüdür.
O gücün ne olduğunu da belirtelim:
Siyasetçimiz cemaatçiyse cemaatidir; mürid ise şeyhidir, dervişidir.
*
Dervişçilik, tekkecilik sadece “günlük politika” anlamındaki yüzeysel siyasette mi görülür?
Değil tabii.
Dervişçiliğin en hasına, en “damardan” olanına aslında siyasetin de alt yapısı, daha doğrusu temeli olan “ekonomi”de rastlarız.
Ekonomideki tekkelerinden en etkilisi, en kurumsalı ise “IMF”tir.
Alır devşirir, çalıştırır, kendi çıkarları doğrultusunda eğitir, yükseltir ve ilk fırsatta “kendisine gereken” yerlere getirir gözüne kestirdiği “mürid”ini.
Siz siyasetteki yükselişini böyle bir “tekke”ye borçlu, bütün dayanağı ve yetiştirilmişliği bu olanların, arkasındaki o yapıya “rağmen” siyaset yapacağını düşünebilir misiniz?
Yapmaz…
*
Kucağına son düştüğümüzde, TBMM’nin duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” diye yazılı olmasına rağmen bize “çıkarın şu söylediğimiz 15 kanunu15 günde deyip “siyaset”i de “siyasetçiyi” de devreden çıkaran, dolayısıyla millete kendi hukukunu dayatan;
“Parayı veririm ama işin başına da kendi adamlarımı getiririm” diyen,
Hükümetin, memur maaşlarına yapacağı ufacık bir zam için bile ikna edilmesi gereken hep o IMF değil midir?
Anayasamızda “sosyal devlet” yazılı olmasına karşılık, şimdi hala, yoksulluk sınırı altında olup yarı aç yarı tok ayakta kalmaya çalışan insanlarımıza “zorunlu sağlık sigortası” adı altında altında salma salan,
insanlara “sen artık emeklilik hakkını aldın ama henüz emekli maaşını hak etmedin” deyip yıllarca sefalete terkeden,
maaşı bağlanmadığı için o yaşta yeni bir işte tutunmaya, karnını böyle doyurmaya çalıştığında bile aldığı üç kuruştan “destek primi” diye pay isteyen,
sonra da bu “talimatlarını” sanki milli irademizmiş gibi, siyaset erbabına uzatıp “niyet mektubunuzdur, imzalayıp bana verin” diyen IMF değil midir?
Bunları unutmadık.
*
Şimdi gelelim daha da somut tarafına:
Türkiye, birileri ne derse desin, gelir dağılımının en bozuk, yoksulluğun en yoğun olduğu ülkelerden biridir.
Bu günlerde etkilerini yeni yeni yaşayacağımız krizin ekstradan getirecekleri bir yana, Türkiye’de yoksulluk sınırı altında tam 46 milyon yurttaşımız vardır.
Dolayısıyla, bir şeyler düzelecekse işe mutlaka buradan yani yoksuldan başlanmak zorundayız.
Yoksul nedir?
Eline geçen parası yemesine, içmesine, barınmasına, eğitim masraflarına, sağlık harcamalarına ve daha doğrusu insanca yaşamasına yetmeyen kişi değil mi?
Peki, bu yoksullar siyasetten ne beklerler?
Tabii ki öncelikle kendi ekonomik şartlarının iyileştirilmesini; yani “gelirlerinin çoğaltılmasını-giderlerinin azaltılmasını.
Örneğin:
-İşsizliğin azaltılması, emeğini satacak imkan yaratılmasını
-Asgari ücretin yükseltilmesini yani aç acına çalıştırılmamasını,
-Kıdem tazminatının bir güvence olarak muhafazasını, emeklilik hakkının verilmesini ve dolayısıyla yarınını sağlama almayı.
-Sosyal güvenlik (sigorta) yükünün azaltılması, zorunlu sağlık sigortası priminin kaldırılmasını ve böylece karnını doyuracak para bulamazken bir de devlete borçlandırılmamasını…
Bunları beklerken, kimlerin yapmadıklarından ya da yapmadıklarından şikayet eder de alternatifini arar?
Tabii ki mevcut iktidarların değil mi?
Şimdiki örneğe göre de AKP’nin.
Yani beğenilmeyen işlerin faturası iktidarın ekonomi yönetimine çıkar doğal olarak.
“Düzen”e muhalefet edilir.
.
Bakın, bütün bu sıkıntıları gidereceğini beklediğimiz; ana muhalefet partisinin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı hanımefendi bir gazetecinin “Ali Babacan’ı başarılı buluyor musunuz?” şeklindeki sorusuna, ne diyor:
“2007’ye kadar kendisine verilmiş olan programı iyi uygulayarak çok doğru bir şey yaptı”
Neydi o 2007’ye kadar “kendisine verilmiş program”?
Herkes biliyor ki IMF’in Derviş eliyle Türkiye’ye kabul ettirdiği “Kamu malları satılacak, yabancı sermayenin önü açılacak, kemerler sıkılacak, ücretler baskı altında tutulacak, sağlık harcamaları kısılacak” programıydı. Yani yukarıda başımızdaki dert diye anlattıklarımız.
Yani bu günkü “46 milyon yoksulu, işsizi, üretemeyen çiftçiyi, batan esnafı, özelleştirme adı altında elden çıkarılan kamu mallarını, üretemeyen sanayiciyi, borç para peşinde dolaşan Türkiye’yi yaratan program”.
Sayın Babacan’ın 2007’ye kadar “iyi yaptığı” şey buymuş.
Yani “IMF’in dediğini yapmış olmak”.
Ardından daha geniş bir değerlendirme yapıyor “umudumuz”; iktidar içindeki aile içi kapışmalara bakarak:
“Bazı söylemlerine bakınca Ali Babacan’ın adeta CHP’li olduğunu düşünüyorum!”
Dervişin fikri neyse zikri de odur derler ya,
Ne dersiniz?
Ekonomi politikaları bu kadar benzeşiyorsa; acaba sizce Babacan mı “CHP’lileşiyor” yoksa birileri mi giderek, Babacanlaşıyor?
Son olarak:
Türkiye’nin bu günkü sıkıntıları küresel sermayenin tekkesi IMF politikalarının sonucudur.
Bu günkü iktidarın 2007’ye kadar IMF politikalarını izleyerek başarılı olduğunu söylemek IMF reçetelerine övgüdür, bu sözler ancak halkın bu politikalara “ısınmasına” hizmet eder.
Türkiye ve özellikle bu ülkenin yoksulluk sınırı altındaki 46 milyon yurttaşı, bu gün içinde bulunduğu sıkıntılardan çıkma derdindeyse, bunun ilacı asla ne yeni IMF’ciler ve ne de kendilerini bu duruma düşüren o IMF reçeteleridir.
Türkiye, kendi göbeğini IMF’siz, IMF’cisiz, doğrudan kendisi kesmelidir.
Alttan ısıtılan kurbağa örneğini artık herkes biliyor…
Sıçramadan kurtuluş yok!
Sular daha fazla ısınmadan bunu bir yerlere yazayım dedim.