|
|
Türkiyenin asıl derdi ve ekonominin acı ilacı
“Türkiye’nin asıl derdi nedir?” diye sorarsanız bunu herkes kendi bakış
açısına göre; işsizlik, Güneydoğu ve PKK, Suriyeliler, yolsuzluk ve
hatta paralel yapı falan gibi yanıtlayacaktır.
Bunlar tamam.
Ancak bu ülkenin öyle yaşamsal ve aslında bu söylenenlerin hepsinin de
anası olan “derinden ilerleyen” bir sorunu var ki; bunu ne iktidar
kabulleniyor ne muhalefet yeteri kadar üzerinde duruyor ne de halk
gerektiği kadar görüp öğrenip tepki gösteriyor:
Türkiye ekonomisi, giderek geri dönüşü pek kolay olmayacak ve belki de
bir süre sonra iflah olmayacak bir biçimde hızla çöküşe ve kolay
hazmedilemeyecek bir “başkalaşmaya” doğru yuvarlanıyor.
Türkiye hızla “bir başkalarının ekonomisi” haline dönüşüyor.
Bu çöküşün sonucu; tabii ki geniş halk kitlelerinin içine düşeceği büyük
bir sefalet, edilgenlik; giderek, daha da fazlasıyla “uluslararası
sermayenin hem ırgatı hem pazarı haline gelmek”. Yani hükümetlerin bir
süre sonra ekonomide ipin ucunu elinden kaçırmış olması.
*
“Olur mu canım, ekonomi başımızdaki sıkıntıların en sonuncusudur" da
denebilir.
Ama bilinsin ki bunun dışındakilerin hepsi de, öyle ya da böyle bir gün
toplumun kendi içinde çözebileceği konular.
Bir gün PKK bitebilir, bölgeye barış gelir, türban hevesi sona erer,
yolsuzluklar önlenir ve saire…
Ama biraz daha geç kalınırsa bu ekonomik gidişat ortaya kendimizin de
tanıyamayacağı bir başka yapı çıkarır ortaya.
Çözümü giderek zorlaşan ve hatta o diğerlerini de besleyen bu asıl sorun
Türkiye ekonomisinin günden güne çökmesi ve uluslararası sermayenin
güdümüne geçmesidir.
Ekonomimiz ne yazık ki şimdiki politikalar ve aymazlıklar nedeniyle her
gün biraz daha:
-Üretemeyen ama sürdürülen “plansızlık” ve “herkese şirinlik” siyaseti
dolayısıyla aslında hak etmediği tüketimini kısamadığı için aradaki
açığını artan bir borçlanmaya kapatmaktadır.
-Bu borçlanmalar giderek arttığı için; bedelini önce yüksek faiz, sonra
stratejik yatırımlarını, mülkünü satarak sonra da siyasi tavizler
vererek ödeyen bir ülke haline gelinmiştir.
-Bırakalım daha önce ihracat yapılan dış pazarlardaki şansını
yitirildiğini, iç pazar bile yabancılara kaptırılmış bir ülke haline
gelinmiştir.
İsteyen gidip baksın çarşı-pazardaki mallara ve görsün arkalarında ne
yazdığını, hangi ülke işçilerinin, çiftçilerinin emeğiyle üretildiğini
ve düşünsünler; onlar o malları üretirken bizim insanımızın neden işsiz
gezmekte olduğunu, bu politikalar sürdükçe her zaman da böyle aylak
gezeceğini.
*
Durum bu olunca da tabii ki; işsizlik daha da artacak, ücretler karın
tokluğu ölçüsünü aşamayacaktır.
İnsanların açlıklarının unutturulması için onlara başlarını nasıl
örtecekleri, bin yıl öncesinin hayat tarzına dönüşler “bak nasıl da
özgürleşiyorsunuz” diye anlatılacak; bilimin yerini ezber dolduracak ve
bu yapının yarattığı gerilik ve umutsuzluk güneydoğuda ayrılık
rüzgârlarının esmesine küresel güçlerin bölgede yeni bir karakol devlet
oluşturmasına yol açacaktır.
*
Türkiye şu anda adım adım küresel sermayenin yönettiği senaryoyu
uyguluyor, ülkenin yapısı küresel sermayenin arzusuna göre şekilleniyor…
Malum, sermaye her zaman daha fazla büyüme isteği ve imkânı olan bir
varlıktır.
O çok büyüdüğünde kendi ülkesinin sınırlarına sığmayan, kendi iç pazarı
ile yetinmeyen büyük sermayeye biz küresel sermaye diyoruz.
Günümüzde kimi şirketler o kadar büyüdüler ve hala büyümek istiyorlar
ki, kendi ülkelerinden sonra yayıldıkları çevre ülkeler de yetmeyince
dünyanın henüz gidilmemiş, girilmemiş en son pazarlarına giriyorlar ve
bir şekilde oraların pazarlarını da ele geçiriyorlar.
Bu yayılma sırasında kimilerinin pazarları zaten açık ve korumasız,
halkı bilinçsiz.
Oralarda sorunları yok. Rahatça giriyorlar ama bir süre sonra orası da
yetmiyor, daha da başkalarına gidiyorlar.
Pazar açıldı açıldı… Açılmazsa oraları siyaseten zorluyor, siyaseti
ekonomik olarak tuzağa düşürüyorlar, çıkarlarına uygun bir siyasi yapı
kurulmasına çalışıyorlar ve kendilerini kabul edecek iktidarları
yaratıyorlar.
Sonra da gittikleri o ülkelerin siyasetlerini belirleyip kendi
koydukları kurallarla o pazarlarının hakimi oluyorlar.
Yani o ülkelerin ekonomisinde artık asıl patronlar onlar olduğu için
bize göre “sözüm ona milli ekonomiler” de artık onlardan sorulur hale
geliyor.
Bankacılık, enerji, haberleşme, medya, İçki sigara tekeli, kimya, ilaç,
sağlık, otomotiv, AVM’ler ve diğerleri…
Soralım bakalım kendimize: Sadece bir bankacılık sektörünün yabancıların
hâkimiyetinde olması bile sade vatandaştan en büyük sanayicisine hatta o
kredilere olan ihtiyacından dolayı hükümetlere kadar hemen herkesi
derinden etkilemiyor mu? Ya sanayi, ya medya?
Tabii ki onlar bu kadar çok sektörde söz sahibi olunca, bu sektörlerdeki
çalışanlar onların uygun gördüğü ücretlerle çalışıyor, işsizler çalışma
umuduyla onların kapılarında bekliyor, tüketilen mal ile alınan hizmette
onların müşterisi olunuyor.
Kestirmeden söyleyelim:
Türkiye’nin büyüklükte önde gelen ilk 500 şirketinin üçte biri
yabancıların. Geri kalanları da ya hammaddede, ya enerjide, ya lisans ve
patentte, ya kredi bulurken ya da pazarlaması sırasında yine onlara
“mahkûm”.
*
Bu, şu andaki durum.
Sermayenin iştahı yüksektir. Daha da büyümeden edemez dedik ya...
Tabii ki kendi ülkesine sığamadığı için taa buralara kadar gelebildiğine
göre iç pazarda giremediği başka hangi alan varsa onlara da girecek,
denetleyemediği bütün piyasaları denetlemeye gayret edecektir.
Bunu “piyasa düzeni”nin ideolojisi olan “liberalizm” de böyle kabul edip
“laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même - bırakınız
yapsınlar, bırakınız geçsinler, dünya kendi kendine döner" dememiş
midir.
Peki bırakalım mı?
Dünya böyle “kendi kendine” ama hep birilerinin çıkarına ve giderek
geniş halk ve emekçi kitleleri aleyhine dönerken, haydi bu düzenden bir
kısmımız memnun ve seslerini çıkarmadıkları gibi ellerinden geldiği
kadar da toplumun cambaza bakmasını sağlamaya çalışırlar ama… Ya
halktan, emekten yana olduğunu söyleyip ortaya çıkanlar işin farkındalar
mı? Ya da bu dönüşümü fark eden bizler henüz fark edemeyenlere mutlaka
bir şeyler söylemek mecburiyetinde değil miyiz?
O zaman, halkın geleceği için ortaya çıkanlardan öncelikle de bu
ekonomik dönüşüme karşı çıkmaları istenmeli, “Mış” gibi yaparak konuyu
teferruata kaydırıp, temeldeki ekonomik işleyişi görmezden gelenlere
özellikle dikkat edilmelidir.
*
Durum budur.
Peki, mutlaka bir şeyler yapmak lazımsa ne yapılmalı? Ya da birilerinin
ne yapıp yapmadıklarına nasıl dikkat etmeli derseniz söyleyelim:
Türkiye, şu anda iç tasarrufları çok düşük olduğu için yatırım
yapamayan, aldığı ile sattığı arasındaki farkı borçla kapatan, içinde ve
etrafında yaşanan olaylar ile azalan kredibilitesi dolayısıyla dışarıdan
borç para bulmakta zorlanan ama iktidarının “acaip kalkınıyoruz” dediği
bir ülkedir.
Yapılanların ve “işte” diye gözümüze sokulanların çoğu halkın cebinden
20-30 yıllığına verilen taahhütlerle Yap-İşlet denen ama asla
devredilmeyecek, hep öyle işletilecek olan yatırımlardır. “Devletten beş
kuruş çıkmadan” kurdeleleri kesilenler, kazancını fark edip parasını hep
yabancıların yatırdığı, hasılatını on yıllarca yabancıların toplayacağı
yatırımlardır.
*
Merak edilmesin, ülkeyi kısa zamanda bu hale getiren senaryoya evet
deyip iktidar olanlar bir gün halkın yüzüne bakamayacakları kadar
yıprandıklarında sırtlarındaki ateşten gömleği bir an önce yeni
birilerine “giydirip” en azından bir süreliğine masadan kalkmak
zorundadırlar.
Aman ne güzel, en azından iktidar gidiyor, meydan açılıyor denecektir
değil mi?
Ama dikkat edin; bu iktidarın gitmesi yetmez. “Sistemin” gitmesi, en
azından frene basılmaya başlanması ve kötüye gidişin durdurulması
gerekir değil mi?
Bilinsin ki, iktidarın “gittiği” gün, dövizin patladığı, işyerlerinin
kepenk indirdiği, çalışanların kapıda kaldığı, ithalat yapılamadığı için
piyasada darlığın başladığı, bulunan malların fiyatının katlandığı bir
gün olacaktır.
Saltanat bittiği için şimdi 15 milyon kişiye giden o sosyal yardımlar
kesilecek, sokaklar dolacak, bankaların önü kalabalıklaşacak, toplum
tepki içinde olacaktır.
Yani o devir teslime denk gelen gün asla “günlük güneşlik” olmayacaktır.
Peki, böyle bir güne hazır mıyız?
Umut bağladıklarımız “hazırız” diyorsa, ama; biz yabancı sermayeye karşı
değiliz, arkamızda ve aramızda IMF’den yetişmeler var, nasıl olsa aranan
kanı buluruz diyorsa; bu aslında “Türkiye’yi bu hale düşüren yapı aynen
devam edecek, sadece iktidar kadroları değişip halka bir süre daha umut
verilip fedakarlık etmeleri istenecek” demek değil midir?
*
Vakit varken söyleyelim:
Doğru model, en basit tanımıyla bizi bu duruma düşüren tercihlerin
mümkün olduğu ölçüde ve en kısa sürede tersine çevrilmesidir:
-Cari açıkla baş edemiyorsak el mahkûm, kısa dönemde öncelikle ithalat
kısılacaktır.
Yaşamsal mal ve hizmet tedariki dışındaki ithalata mümkün olduğu ölçüde
fren getirilecektir.
Bu fren ne kadar kuvvetli olursa sonuç o kadar etkili olur.
-Orta ve uzun dönemde sonuç verir ama; ithalatın ikamesine gidilecek,
ihracata yönelik “üretim ve istihdam” uygun fiyat dengesi kurulana kadar
desteklenecektir. Bu tavır, içinde bulunduğumuz cari açık sorunu
dolayısıyla yapılacak olan “pozitif ayrımcılık”tır ve krizden çıkış
dönemi uygulamasıdır.
-Tarım ve hayvancılıkta “fiziki” planlama yapılacak, ülke ihtiyacı olan
gıda üretimi belirlendikten ve bu miktarların bir kısmı özel sektörce
taahhüt edildikten sonra (teşvik karşılığı taahhüt) geri kalanı kamu
işletmeleri eliyle tamamlanacaktır.
Gerektiğinde tarım ve hayvancılık alanları istimlak edilecek, verimi
arttıracak büyük ölçekli işletmeler yaratılacaktır.
-Bütün bunlar yapılırken, kur politikası anahtar durumundadır. TL değeri
kademe kademe düşürülecek, döviz yükseltilecektir. Böylece ithalatı
kısma ve ihracatı teşvik politikaları piyasa fiyatları yoluyla daha
kolay uygulanabilecektir.
Kur politikasında yeni maliyetler yüklenen “borçlu sanayi” bir biçimde
rahatlatılacaktır.
-Maliye politikasında: kazanç ve servet vergilerinin payı ile lüks
tüketim üzerindeki tüketim vergileri (ÖTV-KDV) payı artacak, zorunlu
ihtiyaç malları ile sağlık, eğitim gibi sosyal yönlü mal ve hizmet
teslimlerindeki vergi yükü azaltılacaktır.
-Fiilen kullanılan (ihtiyaç) binalar dışında boş tutulan binaların
(üretimde kullanılmayan diğer binalar dahil) emlak vergileri
artırılacaktır.
-İhale mevzuatına müdahale edilerek kamunun zarara sokulması yani
giderlerinin yükseltilmesinin önüne geçilecektir. Bunun için özerk
çalışacak bir “ihale teslim komisyonu” modelimiz vardır. İhale edilen
mal ve hizmetin teslimini bağımsız çalışan ve hareket kabiliyetli bir
kuruma denetletirseniz yolsuzluğu önlersiniz. Yolsuzluk Sayıştay
raporuyla dosya üzerinden ve birkaç yıl geçtikten sonra yapılan
denetimle önlenmez.
-Türkiye’de tasarruf açığı büyüktür: yüzde 12’lere düşen tasarruf oranı
hiçbir zaman negatif faiz rejimi ile yükseltilemeyeceği için tasarruf
mevduatına verilen net faizin enflasyon oranına paralel hale getirilmesi
gerekir. Böyle olmazsa, insanlar haklı olarak tasarruf etmekten
vazgeçerler ve daha çok tüketirler. Onlar tüketmezse bu kez de bankadaki
mevduatları kendi kendini tüketir.
Denebilir ki “o zaman sanayi ucuz kredi kullanamaz”. Aradaki fark eğer
bankalara kazanç olarak kalmasaydı bu görüş haklıydı. Ama negatif faizin
kazançları, operasyonun büyük yüzdesine sahip yabancı bankalara gittiği
için zaten sanayici bundan istifade edemiyordu.
*
Sonuç olarak; Türkiye, ekonomisi ve siyasetiyle bu gün bir ölçüde
uluslararası sermayenin istediği kıvama getirilmiştir. Bu gidiş ileride
daha da geri dönülmez bir hal alacaktır. Ülkenin başındaki pek çok
sıkıntının ana kaynağı bu gidişattır.
Siyaset bu alt yapıya göre şekillenmiştir.
Bu durum eğer bir gün yine siyaset eliyle düzeltilecekse, alternatif
siyasetçilerin öncelikle bu işin farkında olmaları; sonra da içilmesi ve
içirilmesi zorunlu ilaçlar için şimdiden hazırlanmaya başlamaları
gereklidir.
Hiç kimse bu işlerin yine küresel sermaye ve onun uzantısı kurum ve
kadrolarıyla kolayca düzeltilebileceğini sanmamalı, kendileri sansa ya
da öyle anlatsa bile halkımızın buna inanmaması lazımdır.
Kimse kanmamalı, kimse kimseyi daha fazla kandırmamalıdır.
|
|