|
|
Bilmem söylesem mi söylemesem mi?
Yazıya nasıl başlamalı diye düşünürken aklıma Aşık
Mahzuni Şerif’in türküsündeki, “Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?”
dizeleri geliverdi.
Üstad bu sıkıntılı duygumu nasıl da bir çırpıda özetleyivermiş.
Rahatladım.
Hiç aklınızdan çıkmıyordur ama, bir ara bu günlerde ülkemizde
yaşananları gözünüzün önüne getirip türküyü bir daha dinlemenizi
öneririm.
Sizin kafanızdaki pek çok sıkıntıyı da çözebilir, yol gösterebilir.
Aşık, “bilmem” diyor ama yine de söylemeli bence.
Güzel sözler belki kulağa hoş gelir ve “ben”cil politikalarda faydası
çoktur ama “dost acı söyler” derler.
Dost gerçekten dostsa söylemeli de…
Haydi bazılarını yine de uluorta dile getirmeyelim, sadece bir kaçını
sıralayalım:
1.CHP Kurultayı, kimileri “bir siyasi şenlik yaşadık, karnaval havasında
geçti” demesine rağmen hiç de öyle geçmedi. Çünkü ortada bir siyasi
şenliğin ya da karnavalın olması için kutlanacak, hep birlikte coşacak
bir ortam olması gerekirdi ki öyle bir durum yoktu.
Hatta bir ara salondaki curcuna ile baş edemeyen ve kendi sözünü bile
dinlemeyenlere karşı divan başkanı “basın şarkıyı” diye müziğin sesini
sonuna kadar açtırmak zorunda kaldı.
18.Olağanüstü Kurultay’ın toplanma nedeni, başta Cumhurbaşkanlığı adayı
seçimindeki yaygın tartışma olmak üzere sürdürülen politikaların gözden
geçirilmesi, doğrularla yanlışların ortaya konmak istenmesiydi.
Bunun doğal sonucu olarak da tartışmaya yol açan politikaların
“uygulayıcılarının” durumu gözden geçirilecek, Kurultayın iradesi
doğrultusunda Genel Başkan ve “Karar organı” olan Parti Meclisi yeniden
seçilecekti.
Olayı tribünlerden izlediğimizde görünen manzara şuydu:
Evet uygulanan bazı politikalara tepki vardı ve tepkilere katılalım
katılmayalım bu siyasi bir tavır sayılabilirdi ama ikinci günde yapılan
Parti Meclisi seçimi, “partiyi nasıl bir kadro ile düze çıkarır,
başarılı hale getiririz, sosyal demokrat ya da sol çizgisini nasıl daha
da belirginleştiririz”den çok açıkça bir köşe kapmacaydı ve tabii ki
kişisel sonuca odaklanan kimi adayların bütün gayretleri de özellikle
iller ya da bölge bazlı çeşitli delege kümeleri arasındaki karşılıklı
“destek” arayışlarıydı.
Bu arayış ilk günkü genel başkanlık seçim sonuçlarından sonra yeni bir
“belirleyici”ye daha kavuştu. Sayın İnce’nin ciddi sayılabilecek oyu
olduğunu görenler “kime yazılırsak şansımız artar” şeklindeki liste
hesaplarına bir de bu unsuru ekledi.
Liste ittifaklarında pazarlık gücünü kullanabilenler böylece güçlerini
daha da katlama imkanı buldular.
Sonuç olarak Kurultay’da siyasette “partinin stratejisi” irdelenmedi,
daha çok yerinden oynayan bazı taşların boşluğunu doldurma gayreti
vardı.
2. Parti tüzüğüne bakıldığında görülür ki, “Parti Meclisi” bu partinin
karar organıdır.
İlgili maddenin yazımı çok başarılı olmasa, yönetimin ihtiyacına göre
şekillendirilmiş olsa da, özü itibariyle bu meclis, partinin
Kurultay’dan sonraki en büyük karar organı yani söz sahibidir.
Bu konumu dolayısıyla da Tüzük’teki ifadesiyle:
“Parti Programı, kurultay kararları ve seçim bildirgeleri doğrultusunda
iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararları alır… seçim
bildirgelerini inceleyip karara bağlar… Yasa ve tüzük kuralları uyarınca
Merkez Yönetim Kurulu’nun hazırladığı yönetmelikleri inceleyip karara
bağlar”
Tüzüğün bu hükümlerinde de açıkça görülmektedir ki; Parti Meclisi’nin,
Merkez Yönetim Kurulunu denetleyen, hiyerarşik olarak onun da üzerinde
“görevli” ve “sorumlu” konumu vardır.
Yani Parti Meclisi, kimin milletvekili yapılacağından “politika” ve”
strateji“ kararlarının alınmasına kadar karar verici olması beklenen bir
organdır.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere Parti Meclisi, Genel Başkan ya
da MYK çok istese bile bazen onların isteğini parti politikalarına uygun
görmeyip onaylamayabilir.
Peki “parti pratiğinde” bu böyle midir?
Ne yazık ki değil. Çünkü gerçekte Parti üst yönetimi, tüzüğe göre
kendine yol göstermesi, politikaları belirlemesi, kendisini denetlemesi
gibi görev ve sorumlulukları olan bu organı –tüzükteki amacına taban
tabana zıt olarak- delegelere önerdiği anahtar listelerle büyük ölçüde
kendi başına belirler.
Belki şimdi “ama kararı delege verir” o sadece bir öneridir de
diyebilirsiniz.
Evet, usül olarak Parti Meclsi, için üyeyi delege seçer ama sonucu Genel
Başkan’ın kimliğinde temsil edilen üst yönetim belirler. Delegenin
gerçek anlamda belirlemesi de -olsa olsa- “listeyi delenler”in şahsında
gerçekleşir.. Onlar da bu Kurultayda belirlenen 60 kişilik listede
sadece 4 kişiden ibarettir.
Nitekim Ergenekon gadrine uğramış iki ünlü medyacıdan, anahtar listede
yer verilen biri 605 oy alırken listede yer verilmeyen diğeri onun
yarısından daha azını sadece 294 oyu alabilmiştir. Partili açısından
aralarında bir fark gözetilmediğini düşündüğümüz bu iki aday arasındaki
oy farkı, yönetimce yapılan listenin delegasyonun iradesini ne kadar
yönlendirdiğinin de ölçüsü değil midir?
Bu işleyiş neyi getirir?
Böylesi bir işleyiş, Partinin “karar organı”nın aslında yönetimin aldığı
kararları irdeleyip kendi hükmünü veren ve bu niteliği ile de partinin
sigortası konumunda olması eklenen “karar” organı değil, usul yönünden
onaylayan bir organ haline düşürülmesini getirir.
Bu işleyişte de tabii ki, parti politikasındaki her türlü tartışma parti
meclisi gibi daha rafine ve hatta bize göre bir sol parti için adeta
akademik olması gereken bir organda ve kendi mahremiyetinde değil, daha
sert bir biçimde kurultaylarda, gecikmeli ve alenen çözümlenmek zorunda
kalır.
İşte bu nedenle yönetim tarafından Parti’nin karar organı olan “Parti
Meclisi”ne “anahtar liste” ile aday “önerilmesi” doğru bir uygulama
değildir ama bu kurultayda da böyle olmuştur.
Dahası, kadınların temsil edilmesi için konan “kota” birilerinin
tanımıyla ustaca(!) partiye alınması çok tartışma konusu yapılan,
-kişiliğine bir şey diyemeyiz ama- şekil olarak “sağ” partilerden gelen
bir kişi lehine kullanılıp “kurultay ne derse desin alacağız” anlamına
da gelebilecek biçimde “karar”organında iki yanlış üstüste
getirilmiştir.
Sola açılması beklenen bir partinin karar organına sağ partiden ve
üstelik kurultayın müdahale edemeyeceği biçimde yeni bir “karar
verici”nin “getirilmesi” yönetimi bu olayla bir kere daha riske
sokmuştur.
3.Burası işin biraz magazin tarafı gibi olacak ama asla değil; Kurultay
boyunca çalınan müziğin yüzde doksanı özgün adı “Hasta Siempre” olan Che
Guavara şarkısıydı ve o şarkının sözlerinde “burada her şey
berraklaşıyor, devrimci aşkın orada seni bekliyor” diyordu.
Kaç kere tekrarlandı bilemiyorum fakat CHP’de tabana hemen her
toplantıda çalınıp dinletilen o şarkının verdiği mesajları ile
“icraat”ın durumu pek birbiriyle uyumlu görünmüyordu.
Öyle ya; bir tarafta parti sağa mı kayıyor endişeleri ve bu düşünceyle
gösterilen 415 oyluk ya da üçte bir oranındaki tepki, bir tarafta
salonda çaldırılan devrimci Che Guavara şarkısı.
Acaba İstanbul Boğazının suları gibi üst akıntı başka alt akıntı başka
denizlere doğru gidiyor da yukarıdan bakıldığında bu dip akıntısı fark
edilmiyor muydu?
Bu çelişki Parti’nin bir an önce “berraklaştırılması” gereken
konularından biri miydi?
“Siyasette bunlar her zaman vardır” da denebilir.
Elbette bir ölçüde vardır ama, bu tablo şu anda ciddi ciddi uçuruma
yuvarlanmakta olan, artık orta-doğu bataklığına basbayağı saplandığını
gördüğümüz bu ülkenin sosyal demokrat ya da sol partisinin kurultayında
görüldüğü için hayli yadırgatıcıydı, umut kırıcıydı.
Ama ne yapalım, “dostuz” dedik ya.
Yine de hem söyleyeceğiz, hem kazanmak için elimizden geleni yapmaya
devam edeceğiz.
Sisteme olan bütün eleştirilerimiz bir yana, seçilmiş olanların kendi
kişilikleriyle umutlarımızı yeşerteceğini umarak ve bu yolda başarı
dileklerimizle...
|
|