İflah olmayacak çocuk ve siyasetin yeni(lik)leri


Şu yaz günlerinin bunaltıcı havası ile siyasetin harareti bir araya gelince insanların canları hayli sıkkın oluyor.
O nedenle konuya sinirleri gevşetici bir fıkrayla girmekte yarar var:
Yer bir çocuk doktorunun muayenehanesi.
Kapının önü hayli kalabalık, hastalar oraya buraya dizilmişler, ellerinde numaraları, sabırla sıralarını bekliyorlar.
İçerideki doktor bir ara odasından dışarıya çıktığında kucağındaki çocukla sırasını bekleyen bir kadına gözü takılıyor ve soruyor:
Sen… sen… O çocuğu dik tutsana hanım, neden iki büklüm duruyor o öyle?
“Sorma doktor” diyor kadın, “sedirden düşmüştü, ne olduysa şimdi boynunu pek dik tutamıyor garibim”
“Agzı nasıl öyle? Dişlerinin yarısı dökülmüş mü ne?”
“Yaa doktorum, eşek teptiydi çoğu döküldü”
“Yüzü morarmış gibi?”
“Geçen başka doktor da baktı, kalbinde delik olabilir, makineye sokacağız demişti!”
“Peki o kafasına sardığın çaput? Nasıl oldu o yaralar”
“Doktorum, ocakta çorba kaynatırken tüp devrildi kafası haşlandı, onu sardım”
“Peki bastır bakayım ayaklarının üzerine, yürüt biraz”
“Basamaz ki doktorum, bu altı aylıktı, babasıyla yatarken gece üzerine yuvarlanmış, kemiği çatlamış zaar”
“Peki çocuğun gözleri de biraz kaymış galiba?”
“Yok doktor bey, kayık falan değil, o doğduğunda da biraz şaşıydı, ilerde düzelirmiş”
Doktor bu konuşma üzerine; “geç hanım diyor. Senin sıra beklemene lüzum yok; geç şu paravanın arkasına soyun, beni bekle!”
Kadın telaşlanıyor: “Aman doktor beyim” diyor “galiba bizi yanlış anladın, benim hiç bir şikayetim yok, ben sana çocuğu göstermek için geldim buraya, sıramı beklerim!”
Doktor: “Geç Hanım geç demiş, lafı uzatma; ben durumu anladım, bu çocuğun adam olması çok zor, yenisini yapacağız!”
*
Ne dersiniz? Türkiye’nin bu siyasi yapısında durumunu beğenemediğimiz şu ya da bu partinin yönetimleri çıkıp da orasını burasını düzelteceğiz dediği zaman ortaya gönlünüze göre bir tablo çıkacağına inanabiliyor musunuz?
Ya da Mustafa Kemal Atatürk’ün çok yerinde bir deyişiyle soralım:
İdare-i maslahatçılar yani iş başındakiler esaslı bir ıslahat yapabilirler mi?
Büyük kurucu ve kurtarıcı “yapamazlar” diyor biliyorsunuz.
Yapamazlar tabii, çünkü kendileri de o yapının üzerine basa basa gelmişlerdir sözüm ona bu işleri düzeltebilecekleri yerlere.
Fıkradaki çocuğun durumunda olduğu gibi “çarpıklık o kadar büyük ve her çarpıklık birbiri ile o kadar bağlantılıdır ki; hangi birini düzelteceksiniz?
Haydi birini düzelttiniz geri kalanı ne olacak?
*
Türkiye bu gün itibariyle ortaya sağlıklı bir siyasi yapı çıkaramamıştır.
Örneğin “siyaset” topluma hizmet için yapılır değil mi?
Peki o zaman neden ne menem biri olduğunu çok iyi bildiğimiz adamlar kazanır hep “demokratik” yarışlarda?
Haydi toplum iyisini seçemiyor, dolduruşa geliyor ya da önce kendini düşünüyor; peki bu koca memleketin 76 milyon nüfusunun içinden seçe seçe başa getirdiğimiz, tarihi misyonlar yüklediğimiz, siyasetçi de kolay yetişmiyor kardeşim dediğimiz liderlerimiz, hani en ideal bulduklarımız da dahil; peki neden oraya buraya çıktıklarında arkasına hep o sırıtık adamları alıyorlar?
Kötü niyetleri yok diye kabul ederseniz, o zaman da “koşulların” onları bunlarla bir araya getirdiğini, istemeseler bile aynı karede yer almak zorunda olduklarını kabullenmek gerekmiyor mu?
Nasıl yani?
Keşke sadece liderler kötü olsaydı, tek kişidir ya… seçmen onu değiştirir, böylece işler de düzelirdi değil mi? Ama maalesef, liderleri oraya çıkaran yapı da etrafı da hepsi o beğenemediğimiz aynı çarpık siyasi düzen içinden yükselerek geliyor. Hepsi topluca aynı şartların ürünü.
*
Arada iyisi yok mu?
Var tabii. Çarpık düzen de kusursuz değil. Bazen bir de bakıyorsunuz hiç de bu yapının ürünü olmayan, olmaması gereken birileri de çıkıveriyor ortaya.
O çıkanlar çarpık sistemin yanlışlıkla bulduğu doğru insanlar mı yoksa bu pek tutar tarafı da kalmamış siyasi sistemin bilerek vitrine çıkardığı “nazar boncukları” mı bilmek zor.
Ama genel yapı ile pek uyuşamadıkları da ortada.
*
Sayın Demirel’in dile getirdiği “üç mektup” esprisini bilirsiniz her halde.
Genç siyasetçi, koltuğu devreden kıdemli siyasetçiye “ben ne yapmalıyım” diye tavsiyelerini sorunca eski siyasetçi, “sana üç mektup bırakıyorum” der. “Birincisinin zarfını başın sıkıştığında, ikincisini işler daha kötüye gittiğinde, üçüncüsünü de içinden çıkamadığın durumlarla karşılaştığında açacaksın.”
Zaman ilerler, genç siyasetçi bir süre sonra bunalır, bir şeyler yapamadığını görür ve ilk mektubu açar.
Mektupta, “senden öncekileri kötüle” demektedir.
Tavsiyeyi uygular, eskileri kötüler ama sıkıntısı giderek artmakta, işler daha da sarpa sarmaktadır.
Dayanamaz ikinci mektubu da açar ve okur: “çevrendekileri kötüle!”
Kötüler, değiştireceğim onları der falan ama nafile…
Nihayet artık son noktaya gelinmiş, siyasetçinin sonu görünmüştür ki son bir umut olarak üçüncü zarfı da açar okur:
Mektupta “Şimdi sen de üç mektup yaz, yeni gelene bırak” yazmaktadır.
Bundan anlaşılmaktadır ki, siyasetin bu yapısı değişmeden, devreye yeni dinamikler girmeden bir şeyler olamıyor. Hele hele siyasetin idare-i maslahatçıları eliyle yapılacak her “yenilik” ve “değişiklik” aslında kimi kişilerin ve zarflarının yenilenmesinden öteye gidememekte, çarklar yine bildiği gibi dönmektedir.
*
Hiç mi umut yok?
Olmaz olur mu? Var tabii.
Bizim belki biraz da karikatürize ederek, biraz abartarak söylediğimiz; bu yapının kolay kolay kendini yenilemesinin söz konusu olamayacağı gerçeği.
Hele siyaseti meslek edinmiş “erbabının” eliyle yapılan “yenilik”lerle
Hele hele, bu çarpık düzen içindeki kazanımlarını riske atmaya kıyamayanların eliyle hiç olamaz bu iş.
Bir kere, siyasette “esaslı “ıslahat” yapacak olanın daha işin başında ve kendi payına sırasında “kaybetmeyi de göze alabilmesi” lazım.
İkinci adımında da yapabildiği ölçüde “kaybetmeyi göze alabilenlerden” bir ekip oluşturması gerekir.
Enteresandır, ikinciyi yapamayanlara daha sonra birinciyi de yaptırmazlar bir biçimde, hatta “bıraktım, ben yokum” demek istese de bırakamazlar. Aynen eski yapı taş köprülerin ortadaki kilit taşları gibi sıkıştırırlar.
Düşme, sen düşersen hep beraber düşeriz, sistem çöker, biz seninle ayaktayız derler.
Peki, ya o kaybetmeyi göze alanlar “ıslahat”ı başarabilirler mi?
“kaybetmeyi göze alanlar” dedik ya.
Bu coğrafyada orası iki ihtimalli:
Adı üzerinde, ya zaten göze aldığınız gibi kaybedersiniz, veya kazanırsınız.
Ama her hâlükârda kendinize “bu düzenin adamı” dedirtmemek gibi bir garantiniz vardır.
Kimilerine o bile yeter.