|
|
“Din devlete, devlet dine karışmamalı”
söylemi üzerine
Siyasetin iyiden iyiye yoğunlaştığı ve geleceğimiz
açısından neredeyse bir yol ayrımında olduğumuz bu günlerde “laik”lik
konusu epeyce öne çıktı;
hatta diyebiliriz ki, “laiklik” “layıklık"tan da önemli hale geldi.
Artık bir yerlere kimin “layık” olduğunu tartışmaktan vaz geçip, bu yeni
şartlar altında “aman, laikse mesele yok” demeye başlamadık mı?
*
Kim “laik” kim değil tartışmaları şimdi adeta “mihenk taşı”.
“Laikse mesele yok!”
Tamam, laiklik de… hangi laiklik?
Biz kendi düşüncemizi söyleyelim:
Laikliği “Dinin devlete, devletin dine karışmaması” şeklinde tanımlamak,
bu günün Türkiye’sinde yeterli değildir ve her zaman sağlıklı sonuçlar
vermez.
Bir açıdan bakıldığında; dinler de, devlet de toplumdaki yaşamı
düzenleyen kuralları koyar. Ancak -doğası gereği- dinlerin öngördüğü
toplumsal kurallar, zaman geçtikçe devletin kurallarından geride kalmak
durumundadırlar. Çünkü dinin kurallarını zaman içinde değiştirme şansı
yoktur.
Bu nedenle, “özelikle toplumsal yaşama ilişkin dinsel kuralların”
devletin çizdiği çerçeve içinde kalması, devlet düzeni ile çelişmemesi
gerekir.
İkincisi, bir ülkede devlet tektir de halkın dini inançları ve
dolayısıyla oradaki grupların yaşamak istedikleri inançları
birbirlerinden farklıdır. Peki bu durumda devlet işe karışmazsa, değişik
inanç grupları farklı yaşam biçimlerini uygulamak isterse ama “hayat
müşterek”se düzen nasıl sağlanabilir?
*
Laiklik, evrensel bir konudur.
Dünyanın bütün devletleri, topluma hakim olabilmek için kendi
düzenleriyle halklarının dinsel inançları arasında bir denge kurmak
ihtiyacındadır.
Dolayısıyla konu evrensel ölçüleri içinde ele alınmalıdır.
Laikliği sadece kendi dinimiz ile devletimiz arasındaki denge konusu
olarak değil de, bütün dinler ve dini inançlar ile devlet düzenleri
açısından ele alırsak sanırım konu daha iyi anlaşılır.
Bir düşünsenize, Amerika’da medeniyeti reddeden mormonlar, Suudi
Arabistan’da kelle uçuran vahabiler, Nijerya’da kızları kaçırıp satan
Boko Haram’cılar, İran’da mollalar birer inanç grubudur. “Biz devlete
karışmayacağız ama devlet de bize karışmasın” kuralı kabul edildiğinde,
örnek olsun diye söylüyoruz ama bunların bir arada olduğu bir toplumun
düzeni nerelere varır?
Türkiye devleti, daha ilk kuruluş günlerinde, 3 Mart 1920’de Şer’iye ve
Evkaf Vekaleti”ni kurmasaydı, “ben dine müdahale etmiyorum” deyip
1924’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı oluşturmasaydı ve hilafeti
kaldırmasaydı acaba tekke ve zaviyelerin eğittiği Türk toplumunda
örneğin; kadınlara bu günkü medeni haklarını verebilir, şeriat hukuku
yerine medeni hukuku oturtabilir, arap harfleri yerine latin alfabesini
getirebilir miydi?
Kısaca, acaba bu günkü toplumsal düzeni kurabilir miydi?
Laiklik tartışmalarında bazen tek blok gibi görülse de, “dinler” aslında
kendi içlerinde de yüzlerce alt gruba ayrılmakta değil midir? Genelde
“Tarikat” ve “cemaatler” diyebileceğimiz bu alt gruplar arasında aynı
dinden olma ya da türemelerine karşın birbirlerinden çok farklı yaşam
anlayışları olan, birbirlerini neredeyse farklı bir din kadar farklı
görüp bir birleriyle ters düşenler hatta kıyasıya savaşanlar yok mudur?
Yok diyenler lütfen bu gün Ortadoğu’da birbiriyle savaşan gruplara
baksınlar. Oralarda savaşanların ya da savaştırılanların aralarındaki en
büyük çelişkileri ideallerindeki toplumsal yaşam biçimleri değil midir?
Bu dini inançları uğruna “kelle uçurarak” savaşanların pek çoğunun ideal
toplum düzenlerinde kadının erkekler kadar insandan sayılmayıp eve
kapatılması, toprağa gömüp taşlayarak öldürme olan “recm”, el kol kesme
gibi kendilerine göre “ilahi” toplumsal “kural”ları yok mudur?
İşte bu tablo göz önüne getirildiğinde; devletin öngördüğü çağdaş
kurallar varken, laiklik adına; dinin tümüyle kendi haline ve
taraftarlarının duygu ve düşüncelerine bırakılmamasının gerekliliği
anlaşılacaktır.
“Hayır herkes inancını yaşasın ve devlet buna karışmasın” dendiğinde bu
toplumu oluşturan çeşitli dinler ve bu dinlerin alt inanç grupları acaba
aynı şehirlerde, aynı mahallelerde, aynı okullarda nasıl
yaşayabilirlerdi?
Eğer devletin getirdiği asgari müşterekler yani toplumun ortak yanları
olmasaydı dünya görüşleri birbirlerinden farklı insanlarımız aynı
yerlerde nasıl huzur içinde yaşayabilir, kendi inanç grupları azınlıkta
kalanlar bu toplumda nasıl barınabilir ve masum inançlarını
yaşayabilirlerdi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik anlayışı zaman içinde kısmen siyasi
müdahaleler görmüş ve zedelenmişse de başlangıçtaki felsefesi itibariyle
“modern”dir, doğrudur.
Bu anlayışın “devlet dine, din de devlete karışmasın” şeklindeki düz bir
anlayışla değiştirilmesi yanlış olur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin daha hemen kuruluş sırasında temeli atılmış
modelinin şimdi bazı laiklik söylemleri ile esnetilmesi, etrafımızdaki
kaos çemberine rağmen çağdaşlığını korumaya çalışan ülkemizi
“maazallah”, bir anda o ateşin daha da içine atabilir.
Bir düşünsenize o ateş çemberi içinde din uğruna savaşanlar şimdi
karşılarındakilerin kendi inançlarını yaşamalarına ne kadar saygı
gösteriyorlar?
|
|