|
|
Düzen içi siyaset mi? Düzen değiştirici
siyaset mi?
Geçtiğimiz günlerde “Toplumcu Düşünce Enstitüsü”
tarafından düzenlenmiş bir toplantıdaydık. Konusu, “Türk siyasetinde
kadının yeri; siyasette kadın, sandıkta kadın”dı.
Aşağıya yazacaklarım işte bu toplantıyı izlerken uyanan düşüncelerden
derlendi.
*
Toplantıyı düzenleyenlerin sunumunda belirtildiği gibi; Dünyamız bilgi
ve iletişim çağını yaşamasına rağmen, galiba insanlar bir yandan da
bundan kaynaklanan bazı sıkıntılarla karşı karşıya geldiler.
Çağımızda teknoloji o kadar ilerledi ki, artık evimize giderken hangi
sokak kameralarının önünden geçtikse, kredi kartımızla hangi marketten
neyi aldıksa, telefonla kiminle konuşup internette hangi sayfaya
girdikse, kime ne yazdıksa hepsi ama hepsi Dünyanın taa öbür ucundan da
anında izlenebilecek şekilde “göz ve kayıt altında”.
Bu durum müthiş bir gelişme, teknolojide gelinen son nokta, tamam ama
“medeniyet” denen şey gerçekten bu mu?
*
Galiba, bu medeniyet yaratılırken bunları başaranlar yavaş yavaş da bizi
kontrolları altına alıyorlar.
Sadece bizi yani tek tek kişileri mi?
Değil tabii.
Haydi biz attık kendimizi kırlara bayırlara, savurduk cep telefonumuzu
denize, vazgeçtik internetten… Ohh diyebilir miyiz?
Deriz büyük ölçüde.
Ama asıl sıkıntımız; içinde yaşadığımız toplumun üzerindeki kontrol…
Ülkenin ekonomisinin, sosyal hayatının, medyasının inceden inceye
izlenmesi ve gerektiğinde de istendiği gibi şekillendirilmesi.
Ve bunları becerenler, kimi zaman; özgürlük, insan hakları, küresellik,
çağdaşlık falan gibi insana hoş gelen sözler etseler de önünde sonunda
çıkarlarına işleyen bir düzeni yerleştirme gayretindeler şüphesiz.
Kendileri açısından haklılar da.
Büyük servetler harcanarak yaratılan teknolojiden kaynaklanan o
güçlerini dünyanın bizim gibi ülkelerinde hayır hasenat için kullanacak
değillerdi ya…
Haydi biraz iyimser olmaya çalışalım ama, o zaman da bu teknolojik güç
sahiplerinin kendi ülkelerinde bile neden yüzde 16 dolayında yoksulluğa
çözüm aramadıklarının, dünyanın her yerindeki ekonomileri düzenlemeye
kalkarlarken Afrika’daki açlara birer dilim kuru ekmek
dağıtmadıklarının, demokrasi havarisi kesilirken neden istibdatçı petrol
şeyhleri ile sarmaş dolaş olduklarının da haklı bir yanını bulabilmemiz
gerekirdi.
Dolayısıyla, kabul etmemiz gerekir ki; bu çağın medeniyeti (!) inanılmaz
bir teknolojiyle birlikte bizim gibi “gelişmekte olan” toplumlar
üzerinde inanılmaz bir denetim ve baskı da kuruyor.
İşte sözünü ettiğimiz bu baskılı, denetleyici yapıya “düzen” diyoruz.
*
Peki bu düzeni beğeniyor muyuz?
Beğenen var, beğenmeyen var.
-Kimi suyun başında olduğu için çok mutlu; “Bundan iyisi Şam’da kayısı”
diyor başka şey demiyor.
-Kimi “Eskiden bu da yoktu deyip, durumunu cumhuriyetin kuruluş
yıllarıyla kıyaslayarak; sözüm ona her şeyin son yıllarda kazanıldığını
sanıyor.
-Kimi içten içe çok şeye özense bile ürkek, mecburen “beğendim” diyor;
elindekinden de olmamak kaygısıyla.
-Kimi kırgın, umutsuz, üstelik cesaretsiz de; beğenmiyorum ama bu düzen
kolay kolay değişmez” deyip boynunu büküyor, öylece oturuyor.
Üstelik bu son iki grup neredeyse halkımızın yüzde sekseni…
O zaman “Peki ne yapmalı” sorusu çıkıyor ortaya tabii.
-Evet, ne yapmalı sahiden?
*
Bir yerlerde bir şeyler yapılıyor şüphesiz ama henüz bu gidişe dur
diyecek, kitleleri bu “düzen”in yoksulluğa, karın tokluğuna
mecburiyetinden kurtaracak ölçüde, dişe dokunur bir çıkış da görünmüyor
ortalarda.
“Yani muhalefetimiz boş mu duruyor ki” denecektir şimdi...
Hah, işte tam oraya gelince şunu açık açık sormakta, söylemekte yarar
var.
-“Hangi muhalefet?”
Yani bu “düzen içinde” yapılan muhalefet mi? Yoksa böyle bir “düzene
karşı” yapılan muhalefet mi?
*
Bu ülkenin siyasi iktidarlarının hangi rüzgârlarla palazlandırıldığını,
onların hangi tavizlerle koltuk sahibi edildiği, yerleştirilmeye
çalışılan düzenin kime hizmet ettiğini biliyor ve inkar da etmiyorsanız
ama bütün bunları göz ardı ederek, yine de:
-“O gitsin biz gelelim” diye sadece iktidar kadrosuna karşı muhalefet
ediyorsanız;
- Yani, o adamlar bir biçimde gittiğinde, Türkiye yine uluslararası
sermayenin kontrolünde yürüyecekse,
yine üretemeyecek ve borçlanarak yaşayacaksa,
her yeni borçlanma doğal olarak yeni bir siyasi tavize yol açacaksa;
acaba bu ülkenin işsizliği, adam başına milli geliri, üretim gücü,
siyasal bağımsızlığı yani halkın üzerine çökmüş olan o “düzeni” değişir
mi?
Değişmez!
Olsa olsa tepesine binmiş olan iktidarı değişir.
Peki, “düzen değişmeyecekse” acaba siz sırf “düzeni değil de bu iktidarı
değiştirmek için” yola çıktığınızda arkanızda gerekli çoğunluğu
bulabilir misiniz?
Bulamazsınız, çünkü ortalama insanın günlük yaşamında değişen fazla bir
şeyi hedeflememişsiniz ve o hedefledikleriniz kadarıyla bu ülkenin
insanlarının size bakışlarında ciddi bir değişiklik yaratmış
olamazsınız..
*
Bu düzenin çarkları halkın kabaca yüzde sekseninin yoksulluğu ve bu
yoksulluğun sürdürülmesi üzerine dönüyorsa; ama yapılan bütün muhalefet,
bütün eleştiriler bu düzene değil de bu düzenin yarattığı kadroları
değiştirmek ve sonra da onların yerine geçmek üzerine ise;
Hele hele bu iktidarı devirmek için yanınıza kimi zaman o iktidarın eski
ortaklarını, kimi zaman türevlerini alarak, “bu iktidarın karşıtı benim
yandaşımdır” diyerek muhalefet yapıyorsanız;
Bu “düzenin” akıl hocalarını rehber edinip onlarla birlikte çözüm
arıyoruz diyorsanız, bunun adı “düzen içi” muhalefettir.
“Onları indirin, bizi seçin” muhalefetidir.
Dolayısıyla, aslında ancak bir düzen değişikliğinde kitlesel olarak
arkanıza alabileceğiniz ezilen insanları bu biçimde harekete geçirmek
mümkün değildir.
*
Bu gün siyasette görülen pek çok şikâyetin, insanları siyasetten soğutan
nedenlerin başında bu “düzen içi” muhalefet tarzı gelir.
Çünkü düzen içi muhalefette; o düzeni değiştirecek ideoloji sahiplerinin
de, o düzen değişikliği projelerinin de, düzen değiştirecek kadroların
da bir kıymet-i harbiyesi olmayacağına göre; böylesi bir muhalif
siyasette, birilerinin koltuklarından nasıl alaşağı edileceği, o
koltuklara daha sonra kimlerin oturacağı konusundan öte bir siyaset
üretilemez.
*
Yazının başında “Siyasette kadın, sandıkta kadın” konusundan söz
etmiştik.
Bize göre siyasette kadın meselesi “düzen içi muhalefet”in meselesidir.
“Düzen değiştirmek için siyaset” yapıldığında kadın için böyle bir sorun
olamaz.
“Gezi parkı” olayı "iktidara karşı köklü bir tepki"dir ve siyasete
ilgisi olmayan insanları bile harekete geçirmiş, en keskin tepkileri
göstertmiş değil midir?
O gezi parkı katılımcılarının yarısından çoğunun kadın olduğunu
biliyorsunuzdur. Üstelik her türlü zorluğuna rağmen.
Dünde ve bu günde, düzen değişikliği için muhalefet eden partileri göz
önüne getirirseniz, buralarda bırakın kadının ikinci planda kalmasını,
kotalarla kollanmaya çalışılmasını; tam aksine sezgileri, duyarlılıkları
ve özverileriyle kadınların erkeklerden daha da ön saflarda olduğunu
görürsünüz.
Kadınları siyasete bu kadar sokan, ağırlıklarını artıran o “köklü” tepki
değildir de kotalar ya da birilerinin lütufları mıdır acaba?
Değil tabii.
İşte bu nedenle, halkçı muhalefet tarzının başarısı; “bu düzene evet,
iktidar partisine hayır” demekten değil; bu “düzen”in
“düzenleyicileri”ne karşı çıkmaktan;
ama en azından –düzenin iktidarına biz de talibiz- demek yerine araya
mesafe koymaktan;
Kısacası, yukarıda anlatmaya çalıştığımız halkçı “ideoloji”yi öne
çıkarmaktan geçer.
İdeolojisi önde olan partilerin kadınları hiçbir zaman geride
kalmamıştır, kalmaz da.
Son söz: Kadın siyasetçilerimizin “ideoloji”ye vereceği ağırlık onların
siyasetteki kendi ağırlığını da arttırır, partilerinin ağırlığını da.
|
|