Aman petrol canım petrol


Bir zamanlar nasıl da sükse yapmış, dilimize yapışmıştı değil mi?
"Aman petrol, canım petrol
Artık sana muhtacım petrol."
Hala o şarkının etkisinden kurtulamamış olanlar da olmalı ki, geçenlerde bir vesile ile Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Gülten Kışanak’a “çanak”tan sordular:
- Başlı başına petrol meselesi ile ilgili bir çalışmanız da olduğu söyleniyor…
"Arkadaşlar dosya hazırlığı yapıyorlar. Diyarbakır’da kaç petrol kuyusu var, ne kadar üretim yapılıyor, nereye gidiyor; geçmişte ağır çevre faturası vardı, onun durumunu araştırıyoruz.
İçme kuyularını kirlettiği yönünde çok ciddi iddialar vardı.
Petrol ekonominin ana dinamosudur ama oraya enerji gidiyor, bize kirliliği kalıyor. Elektrik gidiyor borç kalıyor; petrol gidiyor, sularımız kirleniyor. Bunu ne Allah kabul eder, ne kul kabul eder, ne demokrasi kabul eder. Kaynaklarını ver, ben götüreyim, ne kadar ağır faturası varsa kalsın, bunu kimse kabul etmez."
-Bundan, ‘Petrolden pay istiyoruz’ sonucu çıkarabilir miyiz?
"Tabii ki kesinlikle pay istiyoruz, yereldeki tüm enerji kaynaklarından, yeraltı, yerüstü zenginliklerinden, ekonomik varlıklardan yerelin pay alması lazım."
*
Gerçi o sorunun muhatabı daha sonra bu söylediklerini “Açıklamamda kast ettiğimiz şey, ekonomik kaynakların artırılması gerektiğine yönelik bir taleptir. Bu aynı zamanda yerel imkânların daha iyi kullanılmasına vesile olacak bir taleptir. “ diye yumuşatmaya çalıştı ve geri adım attı ama tabii ki kelime kelime yukarıdaki sözleri de söylemiş bulundu.
Ne diyelim?
“Olur, al bidonunu da gel!”
Nereden bakarsanız bakın… ne olabilecek, ne kabul edilebilir bir durum.
O “taktiksel” geri adımı bir kenara bırakıp önce konunun gündeme getirilme nedenine bakalım:
Malum, sorunun sorulduğu ilimiz de dahil, bu bölgede üniter devlet yapısından ayrılıp federe devlet olma merakı hayli yaygın.
Bir “Birleşik Avrupa Devleti” kurmak isteyenlerin de, bizimki gibi üniter devlet yapılarını ufalayıp bu yapıya kolayca katılabilecek ufak ufak federe devletler yaratma gayretleri olduğunu biliyoruz.
Üstelik bu gayretler, küresel sermayenin bizim gibi bazı pazarlara girişte karşılaştığı engelleri ortadan kaldırıp bir “Küresel şirketler demokrasisi” kurma hayaliyle de oldukça örtüşüyor ve destekleniyor.
İşte bu durumda, coğrafyasındaki olumsuzluklardan dolayı kolay kolay batı ile aynı gelişmişlik düzeyine getirilebilmesi mümkün olmayan bu yöredeki halkın sıkıntısı gerek içeriden gerekse dışarıdan kolayca kötüye kullanılabiliyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı buradaki yurttaşlara yıkılması gereken hedef olarak gösteriliyor.
Türkiye genelindeki ekonomik zaaflar, bundan kaynaklanan yüksek oranlardaki işsizlik gibi yapısal bozukluklar ve son yıllarda komşu ülkelerde sahnelenen “bahar” havaları da bu işlerin adeta tuzu biberi olmuş durumda.
Bu koşullarda birilerinin bilerek ya da gerçekten inanarak kendi yerel yönetimine bölgede çıkarılan petrolden pay verilmesini istemesi, bunun da yerli halk nezdinde itibar görmesi hiç de şaşılacak bir durum değil.
*
Ne diyor Sayın Belediye Başkanı?
-"Tabii ki kesinlikle pay istiyoruz, yereldeki tüm enerji kaynaklarından, yeraltı, yerüstü zenginliklerinden, ekonomik varlıklardan yerelin pay alması lazım."
Nereden güç alıyor ya da nereye dayandırıyor bu talebini?
Birleşmiş Milletler’in 1966 yılında kabul edip imzaya açtığı şu iki sözleşmeye:
1.“Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme
2. “ Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”
Türkiye bu sözleşmeleri 34 yıl bekleyip ancak 2000 tarihinde, bize göre de “bir siyasi karambolde” imzaladı.
Sözleşmeleri 2003 yılında bu hükümet eliyle TBMM’den geçirerek bazı çekincelerle onayladı.
O sözleşmelerin konuları; sözleşmenin hazırlandığı yıllarda hayli önem taşıyan “sömürgeler” meselesiydi. Birleşmiş Milletler, imzaya sunduğu metinlerde, “sömürgeler” konusunda hassasiyet göstererek halkların kendilerini yönetme hakkına sahip olmasını, kendi doğal kaynaklarının sahibi olmaları hakkına saygı gösterilmesini talebediyordu.
Çünkü o yıllarda devletler iyi kötü bir çatı altında toplanmış ve savaşsız bir dünyada yaşamak için bazı kurallarda anlaşmışlardı ama bir de bu anlaşmalara taraf dahi olamayan; insanları ve kaynakları çeşitli devletler tarafından istismar edilen “sömürge”ler vardı.
Sözleşmelerin hazırlandıkları dönemde bu sömürgeler iyi kötü tasfiye oldu ama, hazırlanan sözleşmedeki “halkların kendilerini yönetme, kendi ekonomik kaynaklarını kullanabilme” konusundaki düzenlemeler metinlerde asılı kaldı.
Türkiye 34 yıl kadar bu sözleşmelere imza koymadı.
Koymadığı için bir şey de olmadı.
Türkiye’nin kabulüne göre sözleşmelerde geçen “Halk”lardan kasıt kendi sınırlarımız içerisinde yaşayan herkes” olduğuna, Lozan’da kabul edilen dini azınlıklar yani gayrımüslimler dışında bir azınlığımız da olmadığına göre Birleşmiş Milletler anlaşmasının bizi bu konuda bir şeyler yapmaya zorlayan herhangi bir hükmü de olamazdı.
*
2000’li yıllara gelirken batı’dan esen rüzgarlar, Türkiye’nin üniter yapısını “sivil anayasaya gerek var” gerekçesiyle hayli zorluyordu.
Sivil hükümetlerin, 1982’den sonraki yıllar boyunca, ihtiyaç duydukları pek çok hükmü değiştirmiş olmalarına rağmen “birilerinde” mevcut anayasanın hala “askeri” hüviyetli olduğu iddiasıyla onu sil baştan yeniden yazma isteği vardı. Bu isteğin en büyük nedeni, devlet yapısının federatif hale getirilmesi, özel olarak da güneydoğunun üniter devletten ayrılarak özerk bir yapıya sokulması merakıydı.
Bunun için 2007 yılında iktidar partisince “hazırlatılan” metnin gerekçesinde, “sözüm ona yerel yönetimlerin güçlendirilmesi bahanesiyle” şunların yapılmak istendiği yer alıyordu:
Madde 41- “..Sözü edilen madde ile vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisna, indirim ve oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği alt ve üst sınırlar içinde değişiklik yapma konusunda Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin, mahallî idareler tarafından tarh, tahakkuk ve tahsil edilen vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler için de mahallî idarelerin karar organlarına tanınması sağlanmaktadır.”
Madde 96- “..Son fıkrada mahallî idarelere kendi gelir kaynaklarını oluşturma imkânı vermeye açık ve dolayısıyla daha geniş bir ademi merkeziyet (merkezden ayrılma) alanı sağlamak amaçlanmıştır.”
Yani özetle; “Bırakın yerel yönetimler merkeze sormadan kendi bölgelerinde istedikleri vergileri koyup kaldırabilsin, yine merkeze muhtaç olmadan kendi ekonomik kaynaklarına kavuşturulsun” deniyordu.
*
Dikkat edilirse, burada verilmek istenen yetki, “yerel yönetimlerin biraz daha güçlendirilmesi için daha çok kaynak sağlanması” falan değil, bir devletin temel fonksiyonlarından olan “vergilendirme hakkı”nın teslimidir.
Oysa mesele söylendiği gibi yerel yönetimlere daha çok kaynak sağlama ihtiyacı olsaydı, tabii ki bunun için o yönetimlerin kendi bölge halkına yeni vergiler salarak durumlarını daha da ağırlaştırması değil, merkezi hükümetten daha çok katkı talep etmesi ve belki de bunun tahsisini anayasa hükmüne bağlayarak sağlama alması türünden daha kolay yollar vardı.
*
Üniter yapı içinde, kendi dinamikleri ile kalkınamayan bölgelerin ihtiyaç duydukları kaynak, asla yine kendi halklarını vergilendirmek ya da onların üzerindeki vergi yükünü kaldırmakla olamaz. Çünkü her iki halde de böyle bir tedbirle oraya bölge dışından bir kaynak aktarımı gerçekleşemeyecektir.
Aynı üniter devlet yapısı içerisinde kalındığı sürece bunun bir tek yolu vardır. O da, özerklik peşinde koşmak değil, merkezi hükümetten daha fazla destek talebetmektir.
Bunu yapmak yerine vergileme hakkını istemek, bölge kaynaklarının kendilerine tahsisini beklemek, açıkça özerk bir yönetim olma hevesidir.
*
Bu talebin şimdi bölgeden çıkan petrol üzerinden pay istenerek ileri sürülmesi, aslında yukarıda söylediğimiz “vergileme” hakkının başka bir biçimde dile getirilmesidir.
Çünkü sonuçta; vergi de, bir ekonomik olaydan örneğin kazanç ya da işlem üzerinden oradaki otoritenin belirli bir pay almasıdır, petrolden pay verin demek de.
Diğer taraftan bu olay bir üniter devletin bütçecilik prensiplerine de aykırıdır.
Bütçeciliğin en önemli kurallarından biri ve belki de birincisi, “adem-i tahsis” yani bir gelirin bir gidere tahsis edilmemesidir.
Bu kurala göre bütçe gelirlerinin tümü, kaba bir benzetmeyle önce bir çanakta toplanır, sonra ihtiyaçlar ölçüsünde oradan harcama kalemlerine dağıtılır.
Bu kurala rağmen bölge petrol gelirlerinin bölge yerel yönetimine tahsisinin istenmesi, bu mantıkla değerlendirildiğinde, açıkça ülkenin diğer bölgeleri düşünülmeksizin belirli kaynakların tahsisini istemek yani “biz ayrıcalıklı olalım, gerisi sizi ilgilendirir” talebidir ki bu da mevcut üniter devleti bozan, özerk bölge yaratmaya giden bir uygulama talebi anlamına gelir.
Bu devlet düzeninde inandırıcı biçimde katkı istemenin, pay artırmanın yolu; asla bölgedeki bazı gelirlerin yerel yönetimlere doğrudan tahsisi değildir.
Üniter devlet düzeni yürürlükte oldukça, gelirler bu yurdun her yerinden merkeze toplanır ve ihtiyaç ölçüsünde yine o merkezden yurdun her yerine tahsis edilir.
Bazı icraat ve harcamaların yerel yönetimlerce yapılıyor olması, merkezin o bölge üzerindeki düzenleme yetkisini kaldırmaz, görevini sonlandırmaz, hatta hafifletemez de.
Eğer bir bölge yönetimi ihtiyaçları karşısında kendine ayrılan gelirlerin yetersizliğini düşünüyorsa, kaynakların nasıl heba edildiğinin, halkın vergilerinin nerelere kullanıldığının ve yolsuzlukların alabildiğine tartışıldığı bu günlerde “biz petrolden pay verin, kendi vergilerinizi nereye ve kime harcarsanız harcayın” demez, bu düzenin çarpık siyasetinin ve siyasetçisinin yanında yer almaz, elinden geldiğince içinde kendine de pay ayrılan bu devletin genel bütçesine sahip çıkar.