|
|
Yok mudur şu idoyu
geri alacağım diyecek babayiğit bir aday?
Asla şüphemiz yoktur ki:
Siyasi yetkililerimiz halka hizmet için kimin daha yarayışlı olduğunu
seçmek konusunda “seçebileceklerinin en iyisini” seçmiş, sonra da onları
yine bu konularda besleyecek en iyi kadrolar ile bir araya getirmişler
ve oluşan ekipler de –şimdilik vaad bazında da olsa- halka umut verecek
en anlamlı projelerini sıralamışlardır…
Ama, ne yalan söyleyeyim,
sıradan bir partili, yine sıradan bir İstanbullu seçmen olarak
siyasette bir şeyin daha “vaad edilmesini” çok bekledim bu güne kadar.
Kimseden ses çıkmayınca da
“Eh kardeşim sen vatandaş olarak bunu istemezsen biz nereden bilelim
gönlünden geçeni, keşke söyleseydin de o zaman değerlendirseydik”
denmesin diye, son anda da olsa gönlümden geçeni şimdi buraya yazıyorum:
*
Malum, İstanbul şehri üçer tarafı denizle çevrili iki yarımada üzerine
yayılmıştır.
Haliç kıyılarını da sayarsak, denizle iç içe bir şehirdir burası.
Bu deniz şehrindeki halk;
-birincisi, her nedense bir yakada oturup diğer yakada çalışma
geleneğinden,
-ikincisi ise, şehir nüfusunun gece 15, gündüz 20 milyonu aşmakta
olmasından ve gidip geleceği noktalar arasında genellikle “deniz”
bulunmasından;
-ama bizce; yanlış şehircilik ve ulaşım politikalarından dolayı,
sıkış-tepiş de olsa, egzos dumanına da boğulsa, iyot kokan denizden
değil de büyük ölçüde karadan ve dolayısıyla “köprüler” üzerinden gidip
gelmek zorunda kalmıştır.
Halkın yaşadığı bu zorluk,
önce “köprü” ve “yatırım”sever iktidarlar tarafından “lehte”
değerlendirilmiş, İstanbul’un bu günkü trafik kaosuna düşmesi, şehrin
alabildiğine yayılması, yeşilin yok edilmesi bahasına, yeni yeni
köprüler yapılmasının; yani İstanbul denizlerinin yarılıp üzerinden
geçilmesi yerine hep karayoluyla (otomobille) o köprülerden
dolaşılmasının yolunu açmıştır.
Şehir plancıları, üniversiteler, meslek odaları bu duruma “Yapılan
köprüler hiçbir zaman mevcut trafiği rahatlatmaz, aksine kendi trafiğini
yaratır deseler de; sağ siyasetçilerin bu konulardaki gayreti bir türlü
önlenememiş, yapılan her köprünün, aslında “deniz ulaşımının ihmali”
olduğu gerçeği hep göz ardı edilmiştir.
Son zamanlarda, bu işlerde
iyi para olduğunu düşünen birilerine yaptırılıp işlettirilecek ve büyük
orman talanına yol açan 3. Köprü projesi; İstanbulluların denizlerinden
vapurla değil, ille de karayolu ile (otomobille) geçirilmesi merakının
günümüzde geldiği son nokta ve “halkçı” muhalefetin en fazla karşı
çıkması gereken projesiydi.
Bu arada, Unesco dahil pek
çok kurumun “yapma, etme, bak bozuyorsun” demesine rağmen “Leonardo Da
Vinci’nin rüyasını ben gerçekleştirdim” havasında yapılan ve İstanbul
siluetini bozan garip şekilli yeni haliç köprüsünün de bu “köprücülük”
rüzgarında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’ın payına düşen
icraat olduğu unutulmamalıdır.
*
“Köprücü” icraatının en
birinci merakı, genellikle bu işleri bütçeden beş kuruş çıkmadan –ama
bedeli on yıllarca bu köprülerden metazori geçecek olan bu halkın
cebinden çıkacak paraları taahhüt ederek – “çözmeleridir”.
İkinci büyük “merak”, ille
de deniz yoluyla geçeceğim diyen kimi hemşehrilerini, hakim ortağı
yabancı olan bir sermaye grubuna “toplu müşteri” olarak teslim
etmeleridir.
Bu olayın vukuu sırasında
yapılan hukuksuzlukları, yapılanlara halkın tepkisini dikkatli
okurlarımız hatırlayacaktır.
Nitekim olay o günlerde o
kadar büyük tepkiler toplamış, bu kamu hizmetinin İstanbul Büyükşehir
Belediyesinin 10 milyar dolar dolayındaki devasa bütçesi yanında üç otuz
paraya bir sermaye grubunun “tekeline” verilmesi o kadar rahatsız edici
olmuştur ki; bırakalım muhalefeti ve halkı bir yana, sonunda iktidar
partili Bursa Belediyesi bile uygulamaya isyan edip kendi vapur
işletmeciliği şirketini kurmuş, İstanbul’daki yatırımcı şirketin yerli
patronu bu işin yanlış ve “tekel” olduğunu kabul etmiş, bir ara
tarifelerini geri çekmiştir ve saire…
Olaya neresinden bakarsak
bakalım, bu yapılanlar;
şimdi, politik tercihlerini de, icraatındaki yanlılığını da, kokusunu da
beğenmediğimiz ve bir zamanlar “bizimkiler olsaydı yapmazdı bu yanlışı”
dediğimiz bir siyasi “vak’a”dır.
Çünkü:
-İstanbul’un deniz ulaşımında belediye eliyle bir yabancı tekel
yaratılmıştır.
-Her gün bu güzergahları kullanan İstanbullunun, kendi vergileriyle
ortaya çıkarılmış bir kamu kurumu yok pahasına yabancıya devredilmiştir,
-Satıştan geriye kalan eski vapurları işleten İstanbul Şehir Hatları
A.Ş. bir kamu kurumu olmaktan çıkarılarak her an satılabilir ve piyasa
koşullarında çalışan bir ticaret şirketi haline getirilmiştir,
-İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’daki denizden ulaşımın payını
artırmak varken ve zamanında çok kere söz vermişken düşürmek yönünde
geri adım atarak hedef küçültmüştür.
-Toplu taşıma gibi bir kamu hizmeti terkedilmiş, halk bu işin
uluslararası tüccarına teslim edilmiştir.
*
Şimdi bu yerel seçimler dolayısıyla her yerde olduğu gibi İstanbul’da da
halka soruluyor:
“Ey İstanbullular, beş yıl önce bizi bunlar ve bu anlayış yönetsin diye
verdiğiniz vekaletin süresi 30 Mart 2014’de doluyor.”
“Ya yenileyeceksiniz, ya bu kadar tamam” diyeceksiniz.
“Bu beş yılda ne olduğunu da en başta siz gördünüz, siz yaşadınız”
“Peki söyleyin bakalım; önümüzdeki beş yılda da yine böyle bir anlayışla
mı yönetilmek istersiniz, yoksa hazır size fırsat verilmişken kendi
yararınıza bir değişiklik mi beklersiniz?”
Teklif güzel, fırsat da bir
seçim sandığı kadar mesafeyle önümüzde değil mi?
Üstelik bizim için olduğu kadar, “bu İstanbul’u ben onlardan daha iyi
yönetirim” diye ortaya çıkanlar için de büyük bir fırsat değil mi bu?
Çık ortaya, halkın geçmişte çektiği sıkıntıyı, yapılan israfı,
keyfiliği, yenmiş içilmişliği, kamu hizmetindeki ihmal ve hatta ihaneti,
yapılmış yanlışları say; sonra da bak bir kere; bu insanlar son beş
senede neyin yapılmasını, neyin yapılmamasını istemiş ve neler içinde
ukde olarak kalmıştı?
*
En baştaki sorun;
-ulaşım ve trafik kaosu değil mi?
-Ulaşımda İstanbullunun “kamu hizmeti alan yurttaş” değil “müşteri”
olarak görülmesi değil mi?
-Deniz ulaşımını genişletmenin yerel yönetimlerden çıkıp yabancı
sermayeli özel sektörün kar beklentisine, yatırım projeksiyonlarına
bırakılması değil mi?
Toparlayalım:
Peki o zaman “biz halkı daha fazla düşünürüz, onları bırakın bizi seçin”
diyen, hatta her seçim kampanyasında olduğu gibi “biz deniz ulaşımındaki
payı yükselteceğiz” diyen adayların şimdi bu çok somut ve “cazip”
konunun üzerine atlaması; hem yapılan yanlışı düzeltmek hem sadece halka
hoş gelecek sözler söylemek için bile olsa; “şu satılan iskeleleri,
satılan vapurları, hatları geri alıp yeniden senin malın yapacağız,
ulaşım bir kamu hizmetidir” “biz şimdi bu yanlışı da
düzelteceğiz” demeleri gerekmez mi?
Acaba o zamanlar iktidara gösterilen tepkiler sadece iktidara “çakmak”
için yapılmış birer siyasi huysuzluk muydu?
Bakın şimdi adayların “proje” listelerine neler neler var…
Aralarında, “Alt tarafı orta halli bir baraj parasıdır, biz o paraya bu
İDO’yu da geri alacağız, işi düzelteceğiz” diyen var mı?
Ben göremedim.
Söylemiş olan, duyan ya da bu günden sonra kırkıncı sıralarda falan
bile olsa vaad eden bir aday görürsem oyum onadır bilesiniz.
Ben İstanbulluyum, söyleyin haksız mıyım?
|
|