|
|
Dama çıkan deli,
Kuyuya taş atan deli ve bizim mahalleli
Bizde “delilik”, delinin kendisi için değil ama
“mahalleli” için ciddi bir sosyal olay.
Deli, kuyuya taş atıyor kırk kişiyle onu nasıl çıkaracağımızı
düşünüyoruz;
Deli, dama çıkınca da hep beraber aşağıya nasıl indireceğimizi…
Önce şu dama çıkan deli meselesi:
Aziz Nesin’in “Damda Deli Var” hikâyesini anımsar mısınız?
Sözümüz Meclisten dışarı deyip özetleyelim:
Deli bu ya…
Günün birinde nasıl fırsat bulduysa mahallenin yüksekçe evlerden birinin
damına çıkıp başlar bağırmaya...
“İn oradan aşağı” dendikçe de “Beni muhtar yapın ineyim, yoksa atarım
kendimi aşağıya!” diye şart koşar.
Toplanan mahalleli deliden muhtar falan olmayacağını bilir tabii ama ne
yapsınlar?
Dama çıkan deliyi sırf indirebilmek için onu önce şakacıktan muhtar
yaparlar.
“Haydi bak sen artık muhtar oldun! in aşağıya!”
Ama deliye muhtarlık yetmez.
Ardından belediye meclisine üye, belediye başkanı, bakan, Başbakan, kral
ve en sonunda da imparatorluk ister, hepsini de yaparlar ama yine inmez
aşağıya:
“Benim gibi bir imparatorun sizin içinizde ne işi var” der.
Mahalleli bu işte tam “açmaza” düşmüşken imdada bir eski politikacı
yetişir ve deliyi her seferinde; “sizi daha da yukarı katlara alalım”
diye kandırıp aşağıya indiriverir.
Hikaye, bana bu günlerde çok “manidar” geliyor. Bilmem sizin kafanızda
da bir şeyler oluşturuyor mu?
Kuyuya taş atan deliler için ise, bilinen bir hikaye yok; ama, bazen
attıkları taşların koca bir topluma işi gücü bıraktırıp bunu tartışmaya
mecbur ettiğini pekala biliyoruz.
*
Demokraside anlaşıyoruz; tamam.
Hep söylemişizdir:
Halk için, halkla beraber…
İyi de; bu sistem bizde nasıl işliyorsa, kimler neresinden üfürüyorsa
bir de bakıyorsunuz ki adamı “toplumun damı”na çıkaran da bu bizim halk
ve demokrasimiz, sonra bir yolunu bulup aşağıya indirmek isteyen de...
Üstelik bütün bunlara “karşıdan” bakıldığında her şey sözüm ona “halkın
dediği gibi” ve “demokrasinin gereği” oluyor.
İyi de bu işte bizi rahatsız eden ne?
Demokrasiye inançsızlığımız mı?
Halkın tercihini beğenmememiz mi?
İşte bu konuda şu üç noktayı tartışmakta yarar var:
-Birincisi; Bizdeki demokrasi halkın gerçek tercihini yansıtıyor mu?
-İkincisi; halk bu tercihlerde bulunurken birileri tarafından
etkileniyor, yanıltılıyor mu?
-İlk ikisi de değilse; bu halk siyasette bile bile kendine karşı yanlış
mı yapıyor?
*
Yükselen binalara, açılan mağazalara, yollardaki lüks araçlara, cep
telefonlarına bakarak kendi kendimizi nerelere koyarsak koyalım;
dışarıdan bakıldığında Türkiye hala ve maalesef –diplomatik adı
“Gelişmekte olan ülke” olan- “az gelişmiş” ülkelerden biri.
İnanmayan uluslararası yayınlardaki gruplandırmalara, bu ülkenin çeşitli
konularda hangi ülkeler arasında sayıldığına bir baksınlar. (Diğer
alanlar bir yana, iktidarımız en çok kalkınmamız ve döviz rezervimizle
öğünürken Amerikan Merkez Bankası FED, bizi “gelişmekte olan ülkeler
arasında durumu en kötü ülke” olarak sayıyor örneğin)
Dolayısıyla; tanımındaki azgelişmişlik, siyasi işleyişine de yansıyor.
Böyle olunca, bizde uygulanan demokrasinin öyle kitapların yazdığı gibi
sağlıklı işleyen bir demokrasi olarak kabullenmek saflık olur.
Bu konuda tereddüt edenler, talimatla on beş günde on beş kanun
çıkardığımız zamanları, Meclis’te sık sık yaşanan kafa göz yarmalı
oturumları, seçmen yazımlarındaki üç-beş milyonluk oynamaları, aynı eve
40-50 seçmen kaydetmeleri, partilerin aday seçimlerinde gösterdikleri
hassasiyetleri (!), üstü örtülen yolsuzlukları, ekonomi bıçak
sırtındayken aylarca kılık kıyafetle uğraşmaları… hatırlayabilirler.
*
Nedir az gelişmiş ülke siyasetlerinin alt yapısı?
-Demokrasi çarkının bütün kurum ve kurallarıyla birlikte çarpık
yapılandırılmış olması,
-Çıkar amaçlı siyaset ve siyasetçiliğin geçerliliği,
-Seçmenin kolayca yönlendirilebilmesi
-Dini inançların siyasete alet edilmesi
-Sivil toplum örgütlerinin yetersizliği ve önemsenmemesi
-Yurt dışından gelen etki ve “tavsiyelere” açıklık
-Yerli burjuvazisinin güçsüzlüğü ve dışa mecburculuğu
-Medya’nın siyasette esen rüzgara tabi olması
-Rüşvet ve yolsuzluğun, hırsızlığın kol gezmesi, engellenememesi ve
hatta toplumda “Çalıyor ama iş de yapıyor” denerek olağan işlerden
sayılması.
-Ekonomisindeki sermaye yetersizliği, gelir dağılımındaki çarpıklık,
yaygın işsizlik ve yoksulluk.
-Hukukun işlevsizliği, ona duyulan güvensizlik.
*
Peki, böyle bu yapıdaki ülkelerde ve bu koşullarda iktidar olma şansı
kimden yanadır?
Tabii ki; bu yapıdan en fazla oy alacak, iktidarı getirecek tarzda
siyaset yapanlarda.
O zaman bu yapının yarattığı iktidarları alaşağı edecek, düzeni –haydi
değiştirecek demeyelim ama- düzeltebilecek şans nasıl yaratılacaktır?
Yani dürüst insanların, idealistlerin, yurtseverlerin, çağdaşların bu
ülke ve bu toplum yararına çalışacakların iktidarı ne zaman ve nasıl
gerçekleşebilecektir?
Yine iktidarın izlediği tarzı izleyerek, “Onlar öyle iktidar olduysa biz
de öyle yapalım, demek ki halkımızın tercihi bu yolda, başka türlü seçim
alamayız” diyerek mi?
*
“Determinizm” ya da “Nedensellik” diye bilinen köklü düşünce akımı bunun
yanıtını şöyle veriyor:
“Her şeyin bir nedeni vardır.
Bu nedenler aynı kaldıkça aynı koşullarda yine aynı sonuçlar alınır.”
Ne dersiniz?
Damdaki adamı indirmek ya da kuyudaki taşı çıkarmak isteyen
siyasetçilerimiz, acaba bu günlerde siyasetin “koşulları değişmemiş”
olan alanında kendileri o beğenmedikleri rakiplerinden çok farklı
koşullarda mı gayret gösteriyorlar?
Yani
-Çıkarcı siyaseti reddedip çıkarcı siyasetçileri aralarına almayarak,
-Sivil toplum örgütleriyle işbirliği yaparak ,
-Yurt dışından esen rüzgarlara bel bağlamayarak,
-Halkın dini inançlarını kullanmayarak,
-Demokrasiyi önce kendi içinde benimseyerek…
“-Mi?” dersiniz?
Aynen öyledir derseniz, işler de yolundadır, meraklanmayın.
Aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılır dendiğine göre; farklılıklar da
mutlaka farkları kadar farklı bir düzen yaratır.
Ne bir eksik, ne bir fazla...
|
|